Yılsonu yaklaşırken asgari ücretin ne kadar zamlanacağı daha doğrusu tam olarak ne kadar olacağı tartışılmaya başlandı. "Ücretlere yapılan zamlar enflasyona sebep oluyor" şeklindeki yaklaşımlar ile "insanca yaşam" konusuna dikkat çekenler aynı derecede haklı.
Türkiye'de ücretlerde büyük bir kayıtdışılık olduğu için neredeyse çalışanların yarısı asgari ücretle çalışıyormuş gibi gözüküyor. Dolayısıyla bu muazzam kayıtdışılıktan doğan prim kaybını asgari ücrete zam yaparak çözmek isteyen karar alıcılar oldu. Ancak istihdamın artırılması için verilen destekler sebebiyle bu amaca ulaşılamadığı gibi, erken emeklilik sayesinde sosyal güvenlik sistemi büyük bir açık vermeye başladı. Bu arada asgari ücrete zam geldikçe, daha yukarıdaki ücret seviyeleri için zam talepleri artmaya başladı.
Konferans verdiğim ya da sunum yaptığım yabancı şirketlerin Türk olmayan üst düzey yöneticileri "sürekli zam yaparak nereye varacağız" diye soru sorarken, Dolar/TL'nin düşük seyretmesi sebebiyle döviz bazında pahalı hale gelmemize de dikkat çekiyorlar. Türkiye Doğu Avrupa ve MENA bölgesinde döviz bazında en yüksek istihdam maliyeti yaşanan ülke haline gelirken, ücretlerin hayat pahalılığı karşısında erimesi de bir başka gerçek.
2025 için konuşulan asgari ücret seviyesi 25.000 TL'nin üzerinde telaffuz ediliyor. Böylelikle OVP'de belirtilen %17.5 'lik yıl sonu TÜFE hedefinden daha yüksek bir artış oranı belirlenmiş olacak. Ancak kimse OVP hedeflerine inanmadığı için %25 ile % 35 arasında bir TÜFE bekliyor. Tabii bu beklenen resmi enflasyon... Hayat pahalılığı beklentisi aşağı yukarı %50 civarında.
Asgari ücretin 25.000 TL'ye yükseltilmesinin mutlaka zorunlu mal ve hizmet talebini kısa süreliğine tazeleyeceğine inanıyorum. Ancak çok geçmeden enflasyon ve hayat pahalılığı ücret artışlarını tekrar yakalayıp geçecek. Dolayısıyla kısır döngüyü kıramadan yola devam edeceğiz. Hâlbuki enflasyonun sonuçlarıyla değil sebepleriyle uğraşmamız gerekirdi. Toplanan vergiler halkın alım gücünü etkileyen mal ve hizmetlerin daha düşük maliyetlerle üretilmesi veya satın alınması için kullanılabilirdi. Tarım ve Hayvancılığın sonunu getirmeden gıda enflasyonunu, hem üreticiyi hem de tüketiciyi destekleyerek "insanca yaşamak" parantezinde çözebilirdik. Ancak "yağmurlu günler" için gereken kaynaklar mega projelere ve rantabilitesi tartışılır işlere harcandı. Büyük tesisler, sayılamayacak kadar çok personel ve bunların sevk-idare masrafları, hem üreticinin hem de tüketicinin belini büktü. Kamu, harcadığı kaynakların yanında dış ticaret ve vergi mevzuatı ile ekstradan enflasyon yaratmaya devam ediyor. Bir de artık liyakatin aranmaması ve keyfilik de eklendi.
Bana kalırsa ekonomik birimlerin tamamına bir reset atmak gerekiyor ki enflasyon belasından tamamen kurtulalım. Ancak tüm işaretler bizi koşar adım bir Anayasa referandumuna götürüyor. Dolayısıyla gündemin birinci maddesi yine siyaset olacak. Yani sandık pek yakında önümüze gelecek.
İş Dünyası temsilcileri her seçim ya da oylamadan sonra "şimdi ekonomi zamanı" demeyi adet edindiler. Hala anlamadılar ki adalet, özgürlükler ve eğitim düzelmedikçe ekonomi düzelmez. Mal varlığı ile değil değerleri ile anılmak isteyenlerin sayısı artmadıkça düzelmeyecek de.