Son dönemdeki döviz kuru hareketliliğiyle “rekabetçi kur” konusu tekrar gündeme geldi. Bu kavram kabaca, yerli paranın bilinçli şekilde değersiz tutulması yoluyla ihracatın desteklenmesi anlamına geliyor. Peki, rekabetçi kur söylemini bu dönemde ön plana çıkarmak iyi bir fikir mi?
Konuyu değerlendirebilmek için önce reel kuru tanımlayalım. Reel efektif döviz kuru, TL’nin ticaret ortaklarımızın paralarına göre değerini enflasyondan düzeltilmiş olarak izlememizi sağlayan bir gösterge. Tanım gereği bu endeksin düşmesi TL’nin reel olarak değer kaybetmesi anlamına gelmekte. Kurun rekabetçi olup olmadığı da genelde reel kur üzerinden takip ediliyor.
Şüphesiz sadece reel kurun seviyesine bakarak firmaların rekabetçiliğine dair net bir şey söylemek imkansız. Çünkü geniş anlamda rekabet, fiyat avantajından çok daha derin bir kavramdır. Bununla birlikte, son günlerde reel kurun tarihsel olarak en düşük seviyelerde olması, pratikte bize en azından TL’nin değersiz, yani politika yapıcıların deyimiyle “rekabetçi” olabileceğini söylüyor. Nitekim, ağustos ayının ilk iki haftasındaki kurları esas alınca reel kurun tarihi düşük seviyesi olan Eylül 2018 dönemindeki değerine epey yaklaştığını görüyoruz.
Literatürde yerli paranın değersiz tutulmasını iktisadi kalkınma bakışıyla destekleyen makaleler olduğu gibi, serbest kur rejiminin avantajlarını ön plana çıkaran karşıt çalışmalar da mevcut. Her iki ekolün de kendince makul argümanları olabilir. Yerli paranın değer kaybetmesinin hem olumlu hem de olumsuz yanları bulunuyor. Ancak, konuya içinden geçtiğimiz zor dönem itibarıyla pratik pencereden bakınca durum daha net. Zira mevcut dönemde kurdaki değer kaybının ekonomiye olumsuz etkilerini hemen görürken, dış dengeye olumlu etkilerinden pek faydalanamıyoruz. Bu nedenle de rekabetçi kur söylemine özellikle bu dönemde temkinle yaklaşmakta fayda var.
Pandemi sürecinde TL’nin değer kaybetmesi dış ticaret ve turizm gelirlerini artırmada pek işe yaramıyor. Sağlık kaygılarının ön plana çıktığı bir dönemde otel fiyatları ucuzladı diye turistler ülkemize koşmuyor. Ayrıca Avrupa’nın yüzde 10 küçüldüğü bir yılda, TL’nin değeri nereye gelirse gelsin ihracat kısa vadede zayıf kalmaya devam edebilir. Dolayısıyla mevcut konjonktürde TL’deki değer kaybının mal ve hizmet ihracatı üzerindeki etkisi normal dönemlere göre daha sınırlı kalıyor.
Kurun fiyat rekabetine yansımasının sınırlı olmasının diğer bir nedeni üretimde ithal girdinin yüksek olması. Akademik çalışmalara göre, dolaylı etkiler dikkate alındığında ihracatımızın ithal girdi bileşeni yüzde 45’e ulaşıyor. Kalan yüzde 55’in fiyatı doğrudan döviz kuruna bağlı olmasa da kurdan fiyatlara geçişin hızlı olması nedeniyle (ki bu enflasyonla mücadeleyi yeterince ciddiye almamamızdan kaynaklanıyor) kısa süre içinde kur artışı yurt içi girdi maliyetini yükseltiyor. Yani TL’nin değer kaybıyla kazanılan kısmi rekabet avantajı yüksek enflasyon nedeniyle pek uzun sürmüyor.
Kurun fiyat rekabeti üzerinden etkisini sınırlayan diğer bir faktör dış ticarette faturalandırmanın genelde Euro veya ABD Doları gibi önde gelen paralar üzerinden yapılması. Bu fiyatlar önceden belirlenen anlaşmalara tabi olduğu için kısa vadede pek değişmiyor. Dolayısıyla ihracatçıların TL’nin değer kaybetmesinden elde ettikleri fiyat rekabeti avantajı sınırlı olabiliyor. Harvard Üniversitesi profesörü ve IMF Baş Ekonomisti Gita Gopinath’ın liderliğinde bir grup iktisatçı son yıllarda bu konuda ikna edici araştırmalar ortaya koymaya başladı.
Elbette TL’nin değer kaybetmesi ihracatçı şirketlerin kâr marjını artırıp daha fazla firmanın yurt dışına açılmasını teşvik edebilir; yurt içi girdi kullanımını destekleyebilir. Uzun vadeli politikaların sağlıklı bir şekilde tasarlanabilmesi açısından bu kanalların mikro veri ile daha fazla çalışılması ve anlaşılması gerekiyor.
Öte yandan, yerli parada son yıllarda yaşanan değer kayıpları kronik enflasyonu besleyerek alım gücünü ciddi oranda düşürüyor, yerli paradan kaçışı besliyor, döviz yükümlülükleri ve bilançolar üzerinden finansal istikrarı olumsuz etkiliyor, yatırımları yavaşlatarak büyüme potansiyelini azaltıyor. Bütün bunlar kurun getirdiği rekabet avantajlarını fazlasıyla silip götürüyor, hele de bu avantajların özellikle pandemi sürecinde yukarıda belirtilen nedenlerle sınırlı olduğu dikkate alınınca.
Özetle, rekabetçi kur yaklaşımı iyi ve kötü yönleriyle uzun vadede tartışılabilir; ancak mevcut dönem bu kavramı ön plana çıkarmak için doğru bir zaman olmayabilir. Bu süreci kalıcı bir hasar bırakmadan atlatabilmek açısından önceliği yerli paraya olan güvenin tesis edilmesine vermemizde büyük fayda var.