Ekonomi üst yönetimindeki son atamalar ve alınan son kararlarla piyasalarda ve gözlemci kuruluşlarda temkinli iyimserlik modu yeniden canlanmışa benziyor. Ama insan yine de tedirgin olmuyor değil; göstergelerdeki düzelmenin verdiği rehavetle kısa zamanda önceliklerimizi değiştirme ve yanlış adımlar atma alışkanlığımız var çünkü. Şimdiden bu tedirginliği kaşıyan bazı belirtiler de var: Sözgelişi akılcı denge politikalarının ve iyi yönetimin normal gereği olan her önlemi reform diye adlandırmaya başladık. Belli ki normalleşmeyi artık radikal dönüşüm gibi algılayacak kadar anormalleşmişiz. Temel sorun olan güvenin yeniden oluşması, kaybedilmesi kadar kolay olmuyor oysa. Kalıcı istikrar ve öngörülebilir yatırım ortamı için hukuk güvenliğini güçlendirecek kararlı adımlar, şeffaflık ve başta Merkez Bankası olmak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığını sağlayacak reformlar zorunlu. Makroekonomik göstergelerdeki düzelmenin geçici olmaması da buna bağlı. Biz ise bu temel reformları geri plana atacak yeni gündemler bulmakta hiç güçlük çekmiyoruz genellikle: Yaklaşık bir yıldır doğal olarak gündemin ağırlıklı konusu olan pandemi’nin yönetimi ve yarattığı hasarın üstüne şimdi de ABD’nin, beklentilere göre yumuşak da olsa, yaptırımları yürürlüğe sokması ve AB’nin yaptırım kararını Mart’a ertelemesi gibi güncel dış politika riskleri eklendi. Öyle görünüyor ki temeldeki sorunlara odaklanmak yakın gelecekte pek mümkün olmayacak...
Borç sorunu ve reel sektörde bilanço riskleri
Ancak Türkiye’nin uzun zamandır çözmekten kaçındığı temel sorunlar içinde iki tanesi var ki, kısmen yapısal nitelikli olmakla birlikte, ekonomide çıkış yolu bulunması açısından öncelikli: Birikimli borç sorununu çözecek kaynak ihtiyacı ve reel sektörün bilanço riskleri. Bunlar büyüme, enflasyon ve işsizlik gibi makroekonomik hedeflerin de önünü tıkıyor ve şirketlerin kendi başlarına aşamayacakları, kamu’nun çözüm bulması gereken sorunlar. Aslında küresel planda da pandemi ile birlikte rekor kırıp 272 trilyon dolar’a ulaşan borçlar, küresel gelirin 3.6 katına yükselmiş durumda. Gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş bloğa oranla bu oran daha düşük olmakla birlikte (2.5 kat) listenin başındaki Çin’in farklı konumu dikkate alınırsa en yüksek borçluluk oranına Malezya ile birlikte Türkiye sahip. Bizde 1.2 trilyon dolar’a ulaşan borçlar milli gelir’in 1.7 katına denk geliyor. Kaynak kısıtı dolayısıyla bizim gibi ülkelerde bu borçluluk gelişmiş ülkelere oranla çok daha büyük risk taşıyor. Üstelik borcun %51’i döviz cinsinden. Kesimler itibariyle borcun milli gelire oranı da son bir yılda tehlikeli biçimde artmış durumda: Reel sektörde bu oran %65’ten %78’e, finansal sektörde % 25’ten %29’a, hane halkı’nda yaklaşık %15’ten % 18’e ve kamu kesimi için de %32’den %43’e çıktı. Payda’da milli gelirin küçülmesi, pay’ın da hem TL’de değer kaybı, hem de içerde hız verilen kredi genişlemesi borçluluğu yükselten temel faktörler. Borç servisi bakımından kırılganlık oluşmasına ve CDS primi’nin ve finansman maliyetlerinin artmasına yol açan borçluluğun bir durgunluğa yol açmaması için yurt dışından önemli bir kaynak girişi sağlanması gerekiyor.
Reel sektör’e gelince, dönüştürülmesi gereğinden sürekli söz ettiğimiz kronik dış ticaret açığına yol açan üretim yapısı bir yana bırakılsa bile, yükselen enerji ve finansman maliyetlerine karşılık sürekli düşüş trendinde olan faaliyet karlılığıyla çıkmaza sürüklendiği ortada. Para bolluğunda iştahla alınan döviz cinsi krediler de kur artışıyla el yakıyor. Büyük çoğunluğu optimal ölçeğin altında mikro veya küçük işletme yapısında olan şirketlerimiz düşük verimlilik ve düşük teknoloji ile çalışıyor,işletme sermayeleri de yetersiz. Buna karşılık biriken deneyimi, yetişmiş işgücü ve sektörel çeşitliliği ile yerli sanayi ve reel sektör, ülkenin özellikle bulunduğu bölgede hala önemli bir avantajı. Dolayısıyla, kurumsallaşamadığı için risk yönetimini yapamayan ve değişen konjonktür koşullarında ağır borç yükü altında kalan, kendi bilançoları bozulduğu gibi banka bilançolarındaki riskleri de arttıran şirketlerin borçlarının kamu otoritesi gözetiminde yeniden yapılandırılması giderek öne çıkan bir ihtiyaç. Aksi takdirde son yıllarda sürekli gözlendiği gibi riskten ve yatırımdan, hatta giderek üretimden kaçınma eğilimi yaygınlaşabilir. Bunun ise ekonominin çöküşü, ülkenin küme düşüşü anlamına geleceği açık. Yani göze alınamaz.
Tek çare güveni artırmak
Daha önce de kaygılarımızı paylaştığımız gibi, yeni yönetim ve faiz artışının ardından iki hafta canlanan sıcak para girişi durakladı. Yurtdışı fonların bekle gör modunda oldukları anlaşılıyor. Beklenenin ise ne olduğu belli: Öncelikle para, sonra da ekonomi politikalarında öngörülebilirlik ve güven. Mevduattaki döviz oranı da son bir ayda yeniden arttığına (3 milyar dolar) ,yani yerli tasarruf sahipleri de TL’na güvenmediğine göre yabancılardaki tereddütü anlamak zor değil. Muhtemelen MB’nın 24 Aralık toplantısı’ndan yeni bir faiz artışı kararı çıkacak.
Öte yandan, Covid’in mutasyon geçirerek hızlandığı haberleri 2021 ile ilgili beklentileri olumsuz etkiliyor.
Eve kapanma döneminin uzaması, 2020’de kaynakların kredi artışına ayrılması tercih edildiğinden yapılamayan işletme ve hane halkı desteklerinin durgunluğu önlemek için 2021’de yeniden gündeme gelmesine yol açacak. Maliye politikasının ve bütçe imkânlarının buna elverişli olacağı ise kuşkulu. Hele kamu borcunun GSYH’ya oranının, yukarıda belirttiğimiz gibi, %43’e yükselmesi, daha kötüsü bunun %60’a yakın bölümünün döviz cinsinden olması işi zorlaştırıyor. Bu nedenle güven arttırıcı önlemler konusunda faiz artışıyla yetinilmemesi, para politikasında ve bütçede şeffaflık, iç borçlanmada döviz yasağı, hazine garantilerinin sınırlandırılması ve sorunlu kredilerin yapılandırılması gibi uygulamalarda kararlı olunması gerekiyor. Zaten artık başka çare de kalmamış bulunuyor.