Refahı nasıl hissederiz? Refahı akşam eve bulgur ve domates götürerek hissetmeyiz. Bu bize sadece asgari bir yaşam mevcudiyeti sağlar. Çok şükür ki Türkiye halkının büyük çoğunluğu asgari yaşam mevcudiyetinin üzerinde bir gelir elde ediyor. Refahı biz daha çok hayatımızı kolaylaştıracak, bizi başkalarından farklılaştıracak, daha başarılı olduğumuzu yansıtacak (ya da yansıttığını düşündüğümüz) nesnelerle hissederiz. (Malesef ki bizi zengin hissettiren bu nesnelerin önemli bir kısmı da ithaldir. Bu durumu ille de görmemişlikle açıklamak gerekmez, ama onun da büyük payı vardır doğrusu.) Bu nesneleri alacak alım gücümüz arttıkça kendimizi daha zengin hissederiz.
Alım gücümüzün artışı ise çoğu zaman doğrudan döviz kuruna bağlıdır. TL değersizleştikçe alım gücümüz de düşer. Nitekim, örneğin GOP’lara fon girişlerinin zayıflamasının miladı olarak alabileceğimiz 2013 Nisan sonu ve bugünü ele alalım. O gün reel efektif döviz kuru (REDK) değeri 113.85 imiş. Bu sene haziran sonunda REDK’nin değeri 69.32 oldu. 7 senede TL diğer paralara karşı yüzde 40 değer kaybetmiş. Üstelik kısa vadede bu durumun düzelme ihtimali de yok! Gerçekçi olalım: Türkiye’ye yeniden cüsseli miktarda para girebilmesi için özellikle dış siyasette “mucize” gelişmeler gerekiyor.
Esasında zayıf TL politikası bizim 2002’den beri aktif olarak uygulamamız gereken bir politikaydı. Ancak halkına “refah hissini” yaşatmaya çalışan iktidarlar 2013’de konjonktür bozulana kadar Türkiye’nin hızlı bir şekilde dış borçlanmasına göz yumarken büyümenin (ister istemez) tüketim ağırlıklı olmasına yol açtılar. Bugün geldiğimiz noktada artık dış borçlanma yolu bitmiş gözüküyor. Ancak karşımızda korona tedbirleri nedeniyle iyice soğumuş da bir ekonomi var. O zaman TL basıp faizleri aşırı düşürüp hanehalklarına borçlanma imkanı sağlayarak ekonomiyi canlandırmak bir alternatif olarak karşımıza çıkıyor. (Keşke “yatırımlar” üzerinden büyüme alternatifi çalışabilse. Ancak bugünkü konjonktürde bu imkansız.) Ucuz sübvansiyonlu krediler insanlara (borçlanarak da olsa) “alım gücümüz var” hissiyatını verir. Aşırı düşürülen faizler sayesinde borçların aylık geri ödemeleri de bir anda “ödenebilir” olur. Hane halkları da gayet rasyonel bir şekilde ellerine gelen bu fırsatı maksimum şekilde değerlendirmeye çalışır.
Peki, cari açık üzerinden oluşan döviz baskısı ve bugün risk sınırlarını zorlayarak verilen bu borçların ileride yeniden yapılandırılması gereğinin oluşma ihtimali gibi problemleri bir kenara bırakırsak, düşük faizlerle yaratılan bu canlandırmanın başka hiç maliyeti yok mudur? Var tabii. Şu anda bir tür “gizli” vergi salınmış durumda bile: enflasyon vergisi. Cebimizde taşıdığımız paralar ve bankada bulundurduğumuz vadesiz hesaplar öteden beri bu gizli verginin kaynaklarıdır. Son dönemde faizlerin baskılanmasıyla bunlara TL vadeli hesaplar da eklenmiş durumda. Sonuç olarak, halihazırda TL mevduatı olan kişiler senede yüzde 4-5 civarında bir varlık vergisi ödemekteler!
Peki, varlıklı kesimimizin eli armut mu topluyor? Hayır, onlar da yıllardır bu vergiden kaçınmak için varlıklarını dövize çeviriyorlar, bir kısmını yurtdışına çıkartıyorlar, altın ve nakdi döviz alıyorlar.
Ancak bu dolarizasyon ve varlıkları sistem dışına çıkarma olgusu tabii ki toplam kullanılabilir milli tasarrufları azalttığı gibi, ekonominin yönetimini de iyice zorlaştırıyor.