Chicago Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Ufuk Akçiğit, “Yurtdışından kaynak getirip, teşvikler dağıtmak kaliteli bir büyüme değil, zorlamalı büyüme olur. Oysa bizim kaliteli organik büyümeye ihtiyacımız var. Fark yaratacak firmaları bulup, performans üzerinden, verimlilik üzerinden desteklemek gerekiyor.”
“Belirsizlikler İçinde Ortak Bir Geleceğe Doğru” başlıklı 15. Global İlişkiler 2024 Zirvesi’ne dün bu sayfada yer vermiştik. Global ilişkilerin geleceğinin farklı boyutları ile masaya yatırıldığı zirvenin önemli başlıklarından biri de, yaşanan çoklu krizler çağında ekonomik kalkınma oldu.
“Ekonomik Kalkınma: Küresel Gerçekler ve Zorluklar” isimli panelde konuşan Chicago Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Ufuk Akçiğit, panel sonrasında kendisi ile yaptığımız söyleşide, Türkiye’nin orta gelir tuzağından kurtulmasının tek yolunun verimlilik odaklı büyüme olduğunu söyledi. Prof. Akçiğit’in yorumları şöyle:
“Türkiye tabi ki büyüyor, ama asıl sormamız gereken Türkiye’nin nasıl büyümesi gerektiği. Türkiye en zengin ülkelere oranla ne durumda? Örneğin ABD ile kıyasladığımızda, hep onun yüzde on beş civarında bir gelir seviyesinde takılı kalmış olduğumuzu görüyoruz. Ve o yüzden de Dünya Bankası’nın da tanımına göre, orta gelir tuzağından çıkamıyoruz. Peki Türkiye seviyesindeki ülkelerden başarılı olanlar ne yapmışlar? Örneğin Güney Kore, Türkiye seviyesindeyken yüzde dokuzlar seviyesinde büyüdü. Polonya 90’larda çok ciddi reformlar yaptı, hantal şirketlerden kurtuldu ve 2030’da Polonya'nın İngiltere ekonomisini geçmesi bekleniyor. Türkiye'ye baktığımız zaman uzun vadede yaşadığı en büyük problem verimliliğinin artması. Orta gelir tuzağından kurtulmayı başarmış ülkelerde önce bir verimlilik artışı var. Daha sonra bu gelire yansıyor. Türkiye› nin verimlilik büyümesiyle gelir büyümesindeki ilişkiye baktığımızda ise, zaman içerisinde olduğu yerde patinaj yapan bir grafik ortaya çıkıyor. Olay sadece dışarıdan sermaye gelsin değil, tabii ki gelsin… Ama o sermayeyi verimli bir yerlere yatırmak gerekiyor. Dünya Bankası ile Dünya Kalkınma Raporu'nda çok detaylı bir şekilde çalıştık. Orada anlattığımız bir model vardı. Büyüme hikayesini üçe bölebilirsiniz. En düşük gelirli ülkeler, ortalama gelirli ülkeler ve daha yüksek gelirli ülkeler. En düşük gelirli ülkelerin zaten kaynakları yok, fakirler ve sermaye ihtiyaçları var. O yüzden bir şekilde ne olursa olsun dışarıdan sermaye toplanması gerekiyor. Bu sermayeyi toparlayabilmek için altyapı yatırımlarını yapabilmeleri için devletin ekonomide bir varlık göstermesi önemli. Yoksa o kaynaklar bir araya zor geliyor. O yüzden Güney Kore olsun, Çin olsun başarı hikayelerinin başında bir devletin bir rol alması gerekiyor, ama bu belli bir aşama için çalışabilecek bir model. Belli bir noktaya geldiğimiz zaman, artık vites değiştirmemiz ve yeni bir model oturtmamız gerekiyor. İşte o noktada, devletin ekonomiden kendisini geriye çekip özel yatırımcıların rekabet edebildiği bir ortam oluşturulması gerekiyor. Ancak bütüncül bir yaklaşım ile Türkiye ekonomik büyüme hikâyesini yazabilir. Ülkede bu potansiyel var. Yeter ki bunun farkına varalım ve gerçekten nasıl büyümek istediğimizi artık masanın üzerine koyalım. Yurtdışından kaynak getirip, teşvikler dağıtmak kaliteli bir büyüme değil, zorlamalı büyüme olur. Oysa bizim kaliteli organik büyümeye ihtiyacımız var. Fark yaratacak firmaları bulup, performans üzerinden, verimlilik üzerinden desteklemek gerekiyor. Bir ülkenin büyüme hikâyesinde en başta düşük gelirli iş sisteminden, dinamik sistemlere evrilmesi gerekli. Nasıl biz firmaların kişilerinin dinamik olmasını, yaratıcı olmasını bekliyorsak, politika yapıcıların da dinamik ve yaratıcı olması gerekiyor. Değişen dünyaya adapte olabilecek firmaların önündeki gereksiz regülasyonların kaldırılması gerekiyor. Türkiye’nin bir yılda yüzde altı büyümesi, yüzde yedi büyümesi belki heyecan yaratıyor ama iki sene sonra yüzde on küçülüyoruz. Dolayısıyla bir zikzak şeklinde giden bir verimlilik patikamız var. Bizim bir an önce kaliteli ve verimlilik odaklı büyümeye odaklanmamız gerekiyor.”
“Daha fazla rekabetin, daha fazla girişimciliğin, daha fazla teknolojinin ve inovasyonun olduğu bir ortam yaratmamız gerekiyor. Gençler, “Ben eğitim alayım mı? Kariyerime yatırım yapayım mı? Tamam, yapayım ama bunun sonucunda ne olacak?” diye soruyorlar. Örneğin ABD’de, bilgisayar mühendisliği alanında eğer bir diplomanız varsa durumun ne olacağını tahmin edebiliyorsunuz. Biz ne yazık ki yüksek teknoloji üretmiyoruz. Üretmediğimiz için de zaten şirketlerimizin yüksek teknoloji açlığı ya da oraya doğru bir girişimi olmadığı için zaten o işlerde çalışacak insanlar da talep göstermiyorlar. Dolayısıyla da eğitimli insanların maaşları düşük kalıyor. Bu gençler akademide kaldıklarında da durum değişmiyor. Tek çözüm kalıyor bu insanlara, yurtdışına gitmek. Çok ciddi bir beyin göçü problemi yaşanıyor ve ne yazık ki Türkiye’deki en verimli insanlar yurtdışına gidiyor. Çünkü en verimli insanın yurtdışında iş bulabilmesi daha kolay. Sanayiye teşvik verme açısından OECD arasında en yukarlardayız. Ama bilimsel çıktı açısından, inovasyon, Ar- Ge harcamaları açısından OECD’de hem şirketler bazında hem üniversiteler bazında en sonlardayız. Demek ki kaynaklarımızı etkin kullanmıyoruz. Bunu sorgulamamız gerekiyor.”
“Günümüz dünyasında üç alanda yeni fırsatlar oluşuyor. Bunlar; sağlık, yapay zekâ ve yeşil dönüşüm. Bu üç alan Türkiye gibi orta gelir tuzağında takılmış ülkelerin masaya ciddi bir şekilde tekrar oturabilmesi için yeni fırsatlar yaratıyor. Burada değişen dünyaya uygun politikalarının yaratılması çok kritik bir rol oynuyor. Diyelim ki bilgisayar alanında çok ciddi bir talep var. Bizim eğitim sistemimizi acaba yeterince yazılım mühendisi üretebilecek şekilde ya da bilgisayar alanında çalışabilecek şekilde değiştirebildik mi? Değiştiremediysek o zaman tren kaçırıyoruz demektir.
Yeşil dönüşüm Türkiye için inanılmaz bir fırsat yaratıyor. Türkiye hem yeşil enerji kaynakları konusunda coğrafi yapısı açısından büyük fırsatlar yakalamış durumda, hem de yeşil teknolojilerin üretimi açısından. Türkiye bu fırsatı kullanabilirse dünyadaki üretim ağlarının bir parçası olabilir.
Öte yandan, Türkiye'de yazılan akademik makalelerinin yüzde 50'den fazlası sağlık alanında yazıyor. Biz niye bunun etrafında bir imalat sanayi geliştirmiyoruz? Bugün Güney Kore'de kurulan araştırma merkezinin bütçesinin yüzde 50'sinden fazlası özel sektör projelerinden geliyor. Bu organik teması yaratabilmek çok önemli. Girişimciliğin önünü açan ülkeler, yarın masaya çok güçlü oturabilecekler.”
Prof. Ufuk Akçiğit, Daron Acemoğlu’nun öğrencilerinden. Zirve’deki konuşmasını yaparken, Daron Acemoğlu’nun Nobel Ekonomi Ödülü aldığı haberi geldi. Zirve sonrasında yaptığımız söyleşide Prof. Akçiğit, bu haberi aldığında yaşadığı heyecanı şöyle anlattı: “Daron Hoca’nın ödül alacağını aslında bütün dünya biliyordu. İngiltere’deki bir yayınevi, benden Daron Hoca’yla ilgili bir makale yazmamı istemişti. Giriş paragrafına Daron Hoca’nın ne kadar etkili olduğunu anlatabilmek için bugüne kadar kaç tane atıf almış onu yazmak istemiştim. Makale çalışırken aradan birkaç hafta geçti. Bir baktım aldığı atıf sayısı sadece birkaç hafta içerisinde neredeyse on bin artmış. Daron Hoca’nın etkisi o kadar büyük. Ve o gün bugünmüş. Ben 2002 yılında tanıştım Daron Hoca’yla. O zamanlar üniversitede öğrenciydim. Daron Hoca ofise girdiğinde çok heyecanlanmıştım. Ayaklarım titremişti. Bugünde kürsüdeyken o haberi alınca yirmi iki yıl sonra yine Daron Hoca beni çok heyecanlandırdı. Bu ödül Türkiye için bir bayram, gerçekten hayal etmesi bile çok güçlü bir şey gerçekleşti bugün. O yüzden umarım bunun kıymetini iyi anlarız.”