Dünya bir halden ötekine doğru gidiyor. Aslında bugünlerde etrafımıza baktığımızda hep işlerin daha kötüye doğru gitmekte olduğuna dair bir kanaatimiz var. Ben öyle düşünmüyorum doğrusu. Küremiz açısından da Türkiye açısından da meseleye biraz daha dikkatli bakmakta fayda var.
Bugün önce etrafımızdaki değişime farklı bir açıdan, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) İnsani Gelişme Raporları (Human Development Reports) ekseninden bir bakayım. Doğrusu ya, kalkınma meselesine bakış açımızın zaman içinde nasıl zenginleştiğini ve çeşitlendiğini çok güzel görmek mümkün.
Böyle bakınca, iklim değişikliği gündemini de bir çerçeveye oturtmak mümkün hale geliyor. Geçenlerde Türkiye için “2053 net sıfır yılı hedefi kanunlaşsın” dediğimde, “evet zaten memleketin en önemli meselesi de o” benzeri sitemkar tepkiler almıştım.
Halbuki iklim değişikliği gündemi, bu çerçevede, 2053 hedefi, Türkiye’nin yeni büyüme stratejisi. İstikrar bir an önce yerine oturmazsa 2053 hedefi asla işe yaramaz, olmaz. Ancak 2053 hedefi ve onun gerektirdiği yapısal reform atılımı olmazsa da istikrar sağlamak mümkün olmaz. Anlatmak isterim doğrusu.
Bundan sonra bir ülkenin zenginleşme sürecini belirleyecek en temel soru “Peki, senin büyümen hangi renk?” sorusu olacak. Şirketler birbirlerine karbon ayak izi, su ayak izi ve atık yönetimi raporlarını soracaklar. Bankalar portföylerindeki iklim risklerini hesaplamak zorunda kalınca kredi verdikleri şirketlere karbon ve su ayak izi ile atık yönetimi raporlarını soracaklar.
Şimdi böyle deyince ilk gelen tepki şöyle oluyor: “Ama daha gelişmiş ülkelerde olan şirketler de hangi teknolojinin öne çıkacağını tam olarak bilmiyor.” Bu kesinlikle yanlış bir tepki, önce onu tespit edelim.
Neden? Şu anda 2023 yılındayız, mesela Ekim ayı başında deneme sürüşü başlayan Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması (SKDM) tam anlamıyla 2035 yılında işlemeye başlayacak. Bu arada mesela içten yanmalı motorlara dayalı otomobilden çıkış yılı da 2035. Değişim oluyor ama bir takvime dayalı olarak değişim gündeme geliyor.
Birincisi, önümüzdeki zamanı iyi kullanmamız ve gereksiz, dünden kalma alanlara yatırımla kaynakları israf etmekten kaçınmamız lazım. İkincisi, bir teknoloji yarışı içinde olduğumuzu hiç unutmamamız lazım. Gelişmekte olan yeni teknolojileri çok yakından takip etmekte fayda var. Asıl yatırımı bu alana yönlendirmek önemli. Üçüncüsü, iklim değişikliği gündemi ile uyumlu yeşil dönüşümün sermaye yoğun yatırım dönemi olduğunu hiç unutmamak lazım. Türkiye gibi yapısal tasarruf açığı olan bir ülkede olduğumuzu da hiç unutmayın lütfen.
Önce değişeni vurgulayayım. 1990’da UNDP ilk İnsani Gelişme Raporunu yayımladı. Amaç, büyüme sürecinde, yalnızca ekonomi için iyi olanı değil, insanlar için de iyi olanı vurgulamaktı. Büyüme eskiden milli gelirin ne kadar arttığına, şirketlerin verimliliğine ve kazançlarına dayalı olarak değerlendirilirdi. UNDP Raporu ile birlikte kadınların çalışma yaşamına katılımı, sağlık sistemine erişim, kızların okullaşma oranı gibi göstergelerle büyüme sürecinin toplumun farklı kesimlerine etkisi de dikkat alınmaya başladı değerlendirme sürecinde.
Bir nevi, “Ekonomi için iyi olan, benim için iyi olmuyor” anlayışının dışına çıkmayı amaçlıyordu, UNDP İnsani Gelişme raporları. Sonra 2020 İnsani Gelişme Raporu, iklim değişikliği gündemi ile uyumlu olarak, büyüme süreci değerlendirilirken gezegenimize etkisinin de analize dahil edilmesi gerektiğini gündeme getirdi.
Büyüme sürecine bakarken nicel göstergenin ötesinde odaklanılacak nitel göstergelerde yalnızca insanların durumuna değil, gezegenin durumuna da bakmanın önemi ortaya kondu. İşte senin büyümen hangi renk meselesinin kaynağı da burası.
Dün hepimiz kahverengi bir büyüme sürecinin içindeydik. Enerji kaynağı olarak hidrokarbonlara dayalı bir büyüme süreciydi bu ancak kimse hidrokarbonların gezegenimize olumsuz etkilerini dikkate almıyordu. Kömür, petrol ve doğalgaz kolaylıkla taşınabiliyordu. Dolayısıyla enerji fakiri ülkelerde, demir çelik gibi enerji yoğun sektörleri geliştirebilmek mümkündü. Örnekler ortada; Almanya, Japonya, Kore ve Türkiye, mesela.
Ama artık küreselleşme süreci yüz milyonlarca insanın tüketim kalıplarını değiştirdi, özellikle 1980’den sonra. Şimdi bu kadar çok insanın, Batılı tüketim kalıbına uygun yaşayabilmesi için yeterli kaynak bu gezegende yok. 1970’lerden beri ortada olan iklim değişikliği gündemi bu nedenle harekete geçti. Çinliler ve Hintlilerden sonra Afrikalılar da kitlesel olarak tüketim kalıplarını değiştirmeden tedbirleri yoğunlaştırmakta fayda var.
Şimdi artık kahverengi büyümeden yeşil büyümeye doğru geçmeye çalışıyoruz. Nedir? Büyüme sürecinin gezegenimizde hayata, biyoçeşitliliğe olumsuz etkide bulunmasını engelleyecek tedbirlere yönelmektir. Buna koşut yeşil teknolojilere yönelik bir yeni sanayi politikası çerçevesi tasarlamaktır.
1960’larda “aya seyahat” hedefi etrafında bir teknoloji yarışı vardı. Ülkeler arası dengeler bu çerçevede yerinden oynadı. Şimdi de iklim değişikliği konusunda “net sıfır hedefi” etrafında benzer bir teknoloji yarışı biçimleniyor. Türkiye’nin bu kez oyun dışında kalmamasında fayda var. 2030’larda aya seyahat için değil, 1960’larda aya seyahat için yarışta olmanın ne demek olduğunu sanırım gördük.
Peki, mavi büyüme nereden çıkıyor? Yeşil büyüme tartışması esasen karada, kıtaların üzerinde iklim değişikliği sürecinin yönetimi ile ilgili. Halbuki gezegenimizin dörtte üçü sularla kaplı. İklim değişikliği ve insani aktivite okyanusları, denizleri, suyun içindeki biyoçeşitliliği ve kıyılarda yaşamı da doğrudan etkiliyor. Dolayısıyla yeşil büyüme gündemini mavi büyüme ile tamamlamak gerekiyor.
Açıktır ki, mavi küremizin yüzeyindeki sulara ne olduğu önemli. Kutuplar ısındıkça Akdeniz’in kuzeyinin çölleşmesini beklemek gerekiyor çalışmalara göre. Tarım üzerine etkiler ise şimdiden belirginleşemeye başladı. Şarap üreten ilk on ülkeden beşi Avrupa’da. Şaraplık üzümün yetiştiği bölgelerin yüzde 45’i şimdiden tehdit altında. İklim değişikliği ile birlikte üzüm farklılaştıkça şarap üreticileri bu durumdan doğrudan etkileniyor. Herhalde yakında Fransa’da değil, İngiltere’nin güneyinde yetişecek şaraplık üzüm. Anadolu ise bu gidişle Sahra gibi olacak. Şimdiden çölde nasıl tarım yapılır, başka ne iş yapılır diye düşünmeye başlamak lazım.
Nedir şimdi bu yeşil-mavi büyüme? Dün hidrokarbonları kullanarak enerjiyi fabrikaya götürebiliyorduk. Şimdi bir geçiş dönemi içindeyiz. Yenilenebilir enerjiyi depolamak bir süre daha kolay olmayacak. Hal böyle olunca, enerjiyi fabrikaya götüremeyeceksen fabrikayı enerjinin olduğu yere doğru taşımak makul duruyor doğrusu.
Buradan Türkiye’nin fiziki planlaması için bir dizi sonuç çıkartabilmek mümkün sanırım. Artık yeni bir dönemdeyiz. Türkiye’de fiziki planlama deyince, karasal mekanı ve kıyıları da içine ekliyorduk. Halbuki kıyılarda nasıl hayatımızı idame ettirdiğimiz denizler ve deniz dibi ile yakından alakalı. Türkiye’nin halen denizleri içeren bir fiziksel planlama anlayışı yok. Artık olmalı.
Şimdi bu çerçevede, 2053 net sıfır hedefine bakarsanız ortada son derece ciddi bir fiziksel planlama ihtiyacı olduğunu görürsünüz öncelikle. İklim değişikliği ile birlikte memleket sathını nasıl kullandığımız gerektiğine bir daha bakmamız, alıştığımız gelişme eksenlerini bir daha düşünmemiz gerekecek. Tarım bölgelerinden sanayi bölgelerine, turizm bölgelerinden kentlerin yerleşimine bugüne kadar veri kabul ettiğimiz her konuyu yeniden düşünmemiz gerekecek.
Peki bunu nasıl yapacağız? Çok işimiz olduğu ortada ama ben müsaadenizle bugün üç hususun altını çizeyim. Türkiye’nin 1960’larda Türkiye’de ve Hindistan’da düşünüldüğü şekliyle bir kamu kesimi düşünce kuruluşu (think tank) olarak Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ihtiyacı ortada. Hindistan bizden akıllı davranarak kendi DPT’sini bir kamu kesimi düşünce kuruluşuna dönüştürdü bu arada.
Hindistan Planlama Komisyonu 1950’de kurulmuştu. Pakistan’ınki 1952’de. Bizim Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ise 1960’ta. Hem de 1960’ın hemen Eylül ayında. Hindistan, kendi planlama komisyonunu 2015 yılında Hindistan’ı Dönüştürmek için Milli Kurum’a (National Institution for Transforming India-NITI Aayog) çevirdi.
Hindistan, DPT’sini düşünce kuruluşu (think tank) yaptı. Başında bir kurul var. Kurulun Başkanı ise Başbakan Modi’nin ta kendisi. Kurumu başkan vekili yönetiyor ve ayrıca bir de direktörü, CEO’su var.
Biz ise bizim Devlet Planlama Teşkilatı’nı 2011 yılında Kalkınma Bakanlığı’na çevirdik. Öteki bakanlıklar gibi bir bakanlık yaptık. Sonra da tamamen kapattık. Kadrolarını etrafa saçtık üstüne üstlük. İsrafın zirvesine çıktık. Ben zamanında Türklerin yanlış, Hintlilerin ise sonradan doğru yaptıklarını düşünüyorum doğrusu. Modi Hindistan’da neler yapıyor diye sorsanız NITI ile başlarım anlatmaya sanırım.
İkinci olarak, aklımızda tutmamız gereken husus şu: İklim değişikliği sermaye yoğun bir dönüşüm süreci gerektiriyorsa, Türkiye’nin küresel değer zincirlerinin yeniden yapılanmakta olduğu günümüzde öncelikle yabancı doğrudan yatırımların önünü açmaya öncelik vermesi gerekir. Yoksa DPT’yi ihya etmenin manası yok. Bırakın imha olduğu ile kalsın. Ne yapacağımızı bilmek kadar, nasıl yapacağınıza da önem vermezi gerekiyor.
Bugün Türkiye’ye net doğrudan yabancı yatırım girişi sıfıra yakın. Gelenler gayrimenkul almaya geliyor. Onu düşün toplamdan. Bir de yurt dışına giden Türk yatırımları var, onu da çıkarın. Akıldışı tedbirler döneminde doğrudan yabancı sermaye girişi yerlerde sürünüyor.
Nasıl düzelir? Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile ilgili endişeleri öncelikle gidermek gerekiyor elbette. Hukukun üstünlüğü konusunda soru işareti olmaması, işleyen bir demokrasi olmak önemli tabii. Son dönemde uyuşturucu çeteleri ile yürütülen mücadele önemli ama kapsamını daha da genişletmek lazım. Doğru yönde tedbirleri güçlendirmek lazım.
Üçüncü olarak ise Türkiye’nin seçimden sonra başladığı rasyonel ekonomi tedbirleri arayışını yapısal önlemlerle güçlendirmesi gerek. Merkez Bankası ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun bağımsızlığı kısa vadede önemli. Ne beklenir? CDS risk primlerinin düşmesi ve enflasyon bekleyişlerinin gerilemesi hep Türkiye’yi daha kolay yatırım yapılabilir bir ülke haline getirecek.
Eğer seçimden sonra başlatılan akli olana dönüş süreci ivmesini kaybederse Türkiye’nin iklim değişikliği gündemi ile uyumlu bir yeşil dönüşüm sürecine girmesi mümkün olmaz. İstikrar olmazsa Türkiye’nin yeşil büyüme stratejisi olmaz. Yeşil büyüme stratejisi yoksa, zaten istikrar arayışı başarılı bir biçimde sonuçlanamaz.
Ne olur? Türkiye küme düşer. Halbuki bakın şu grafikteki üç göstergeye. Türkiye’nin 1960’ta bir tarım ülkesinden bugün nasıl bir sanayi ülkesine dönüştüğünü incelerken bunları da akılda tutun. Türkiye giderek Avrupa Birliği (AB) ülkelerine yakınsıyor. Nerede? Öncelikle 1960’larda nüfusun yüzde 30’u kentlerde yaşarken şimdi kırsal kesim nüfusu yüzde 30’un altına düştü. Daha da azalacak. Tarımda verimlilik arttıkça daha da azalacak. Tarım politikamızın amacı kentlerde yaşamı ucuzlatmak olduğunda işler daha da yoluna girecek.
İkincisi, bir sosyal gelişme parametresi olarak alınabilecek doğurganlık oranı da AB ülkelerine yakınsıyor. 1960’larda kadın başına doğan çocuk sayısı 6,5 civarındaydı. Türkiye Afrika ülkesi gibiydi. Şimdi bu oran artık 2’nin altına düştü. Toplumsal değişim böyle işliyor. Ama bekleyin artacak. Ne zaman? Türkiye’de çalışan başına verim artıp çalışanların yüzde 60’ı asgari ücrete talim etmekten kurtulduğunda doğurganlık oranını desteklemek için tasarlanan destekler işleyecek. AB’de öyle oldu.
Üçüncüsü, kişi başına milli gelirde de Türkiye AB ülkelerine yakınsıyor. 2000’lerin başında, Türkiye krizden toparlanmaya çalışırken Türkiye’de kişi başına gelir AB’nin yüzde 32’si civarındaydı. Şimdi yüzde 65’ine dayandı. AB’deki partnerlerimiz “nasıl olacak?” diye merak ediyorlardı. Oldu.
Bugün üzerine odaklanılan demokrasi ve hukuk sistemi ile ilgili meseleler de hızla çözülmek zorunda. Neden? Yoksa Türkiye bir alt lige inecek. Oraya bir kere inince, bölgesel ağırlığı da iskonto edilecek. Halbuki bizim doğal bir kaynağımız yok, girişimciliğimizden başka. Rusya gibi değil Türkiye. Not edeyim.