Salı günü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda konuşan Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak 2020 yılı ile ilgili enflasyonda yüzde 8.5, bütçe açığında yüzde 3, büyümede yüzde 5 ve işsizlik oranında yüzde 11.8 olan hedeflerini yineledi. “Para ve maliye politikalarının koordinasyonu ile rekabet ve verimliliği artıracak yapısal tedbirleri hayata geçirerek, enflasyonu kalıcı olarak düşük tek haneli seviyelere indireceklerini” ifade etti. Ancak ne para politikasında, ne de maliye politikasında henüz anti-enflasyonist bir politika uygulaması müşahede edemiyoruz doğrusu. Önümüzdeki konjonktür de bu politikaların uygulanabilirliği konusunda çok da yeşil ışık yakmıyor doğrusu.
Öncelikle, para politikasında son 3 ayda görülen 10 puanlık gevşemenin Aralık toplantısında da devam ettirileceği görülüyor. Belki faizdeki indirim önceki toplantılar kadar olmayacak ama 150 baz puanlar fiyatlanmaya başladı bile. TL mevduat faizlerine baktığımızda ise reel getirinin şimdiden sıfırlandığını söyleyebiliriz. Beklenti anketine göre 12 ay sonrasına ilişkin enflasyon beklentisi yüzde 10.5 iken, 15 Kasım itibarıyla açılan TL mevduatların ortalama faizi yüzde 12.2. Bu faiz rakamından stopaj düşüldüğünde reel olarak neredeyse eksi bir faizden bahsediyoruz.
Hükümetin, pardon MB’nın, para politikası konusunda elini bu kadar rahatlatan ve oldukça agresif olabilmesini sağlayan olgu tüm bu indirimler sonucunda TL üzerinde fazla bir baskı oluşmamış olması. Hatta TL’nin oynaklığı son derece düşük seviyelere gerilemiş durumda. Bunda, belki swap piyasasının iç pazara çekilmiş olmasının spekülatif atakları önlemede etkili olmasının bir ölçüde payı var.
TL’de hareket olmamasının daha önemli sebebi ise (MB’nın 25 milyar dolar kadar bir dövizi piyasaya sürmüş olmasının yanı sıra) Türkiye’nin zaten gırtlağına kadar dolarizasyonda olması. Bu konuda para arzı üzerinden yapılan hesaplamalar gerçek dolarizasyon oranını yansıtmıyor. Dolarizasyona TC vatandaşlarının (son dönemlerde giderek artan) yurt dışındaki varlıklarını, kasa veya yastık altında tuttukları dövizi ve altınları da eklediğimizde, TL varlıkların oranı hesaplanan yüzde 50’lerin çok altında. TL’de tutulan varlıkların “vadesiz mevduat” kısmı da zaten mecburiyetten. (Türkiye’de iş yapıyor, TL maaş alıyorsanız, bir kısım varlığınızın TL’de olması şart.) Gerçekten TL yatırımı yapanlar ise mevduat, likit fon ve repoda parası olanlar ki bunun miktarı GSYH’nın yüzde 20’sine tekabül eden çok düşük bir oran.
Maliye politikasında ise fazla söz söylemeye gerek yok. Bu sene MB’ndan gelen kâr dağıtımı ve yedek akçelere rağmen bütçe açığı yüzde 3’ü geçecek. (Anlaşılan şimdi de MB’nın “değerleme hesabı”na göz dikilmiş. Ancak bu 2 yönde çalışan bir hesap. TL tüm bir sene nominal olarak değer kazanırsa, bu hesap eksi bakiye verir.) Ekonomik aktivite yavaş ve iç talep zayıf iken yüksek ama kontrollü bütçe açığı politikası izlemek tabii ki yanlış bir uygulama değil. Ancak bu süreçte harcamaların kemikleşmesi ve bütçe açığının kronikleşmesi de istenen bir durum asla değil.
Kritik olan noktanın cari denge olduğunu hatırlamakta fayda var. Döviz üzerine gelecek reel bir talebin artık palyatif piyasa-dışı tedbirlerle veya piyasaya daha fazla döviz sürmekle yok edilebilmesi mümkün gözükmüyor. Bu nedenle, Hükümetin canlandırma sağlamaya çalışırken, mutlaka cari denge gelişmelerini çok iyi takip etmesi gerekiyor. Bu baskı iyi takip edilip kontrol altına alınmaz ise, ne olur? Tabii ki, döviz üzerinde yeni bir devalüasyon baskısı oluşur, bu da hem doğrudan enflasyona tesir eder, hem de az buçuk toparlanmakta olan reel sektör şirketlerini iyice zor duruma sürükler. Türkiye ekonomisinin 2018 benzeri bir krize bir kez daha maruz kalmaya tahammülü ve takati yok.