İstersek faizi düşürürüz veya para arzını artırırız veya… Ya da tersini yaparız. Mekanizma böyle çalışmıyor. Örneğin kamu borcunun yüksekliği temel sorunsa durum şöyle olabilir. Kamu borcu/GSYH oranı, reel faiz oranıyla reel büyüme oranı arasındaki farkın kamu borcu/GSYH oranıyla çarpımı faiz dışı bütçe fazlasından yüksekse artar. Basitçe kamu borç dinamiğini sürdürülebilir hale getirmek için reel büyüme oranı reel faiz oranından büyük olmadığı sürece faiz dışı bütçe fazlası vermek zaruridir. 2001 sorası birkaç yılda yapılan budur. Yüzde 6,5 faiz dışı fazla/GSYH oranı tutturulursa kamu borcu/GSYH oranının sabitlenebileceği hesaplanmış ve buna göre davranılmıştır. Pratikte kamu borcu/GSYH oranı düşmeye başlamıştır çünkü özelleştirme ve senyoraj gelirleri vs. de hesaba katılmalıdır. Yüzde 6,5 olmasa da yüksek bir faiz dışı fazla verilmiş, borç/GSYH oranını reel faizlerden bağımsız olarak yükseltebilecek bir gelişme için pay bile bırakılmıştır.
Ancak 2001 krizi gibi bir krizden sonra işler iyi gitmeye başladığında dahi para politikası kısıt altındaydı. Şöyle ki ters para ikamesi (yerleşiklerin dolar tutmaktan vazgeçerek TL cinsi varlıklara yönelmesi) de para politikasına ciddi kısıtlar getiren bir olgudur. Güvenin geri geldiği varsayımıyla hem akım hem de stokta bir aşırı döviz arzı oluşabilir. Bu durumda bir politika seçeneği faizleri hızla düşürmek, iç talebi bu yolla uyarmak ve döviz stok fazlasını ithalata harcamak olabilir. Ancak bu opsiyon başka nedenlerle var olmayabilir veya seçilmeyebilir. İzlenen politikalardan dolayı veya güven oluştuğu için veya dünyada dolar fazlası varsa ülkeye döviz yağabilir ki bunu 15-16 sene önce yaşadık. Bu durumda ikinci seçenek merkez bankasının döviz alarak fazlayı emmesidir. Böyle yapılırsa sıkı para politikası yüksek reel faizleri sürdürerek uygulanır. Merkez Bankası majör borç alıcı olarak banka sistemindeki likiditeyi ve kredi hacmini kontrol etmiş olur. Yüksek faizlerle ilerlemek enflasyonda bir zıplama yaşanması olasılığını minimize eder. Düşen enflasyon ve “hep göreceli (dış dünyaya göre) yüksek kalarak düşmekte olan reel faiz” ortamında tüketici kredileri bile hızla artabilir ki 2004-2006 arası esasen aynen böyle olmuştur. İşsizlik daima yüksek ve reel ücretler daima düşük olduğu için yeni başlayan kredi genişlemesi o dönemde enflasyon yaratmamış, değerli TL ile birleşen ve hızla artan konut/araç/ihtiyaç kredileri bir servet etkisi bile yaratmıştır. Bu etkinin bir kısmı illüzyon bir kısmı gerçek idi denebilir.
Şu anda da para politikası her açıdan ciddi kısıtlar altında. Hane halkı TL borçlu –ama çok borçlu, şirketler azalmış da olsa ciddi döviz borçlusu; üstelik dolarizasyonun açık işareti olan Hazine’nin içeride döviz cinsi tahvil çıkarması pratiği de geri geldi. Rezervler de eridiği için kımıldayacak alan kalmamış gibi. 2013 Mayıs sonu “stresli yaz” başladığında yerleşiklerin döviz hesapları 108 milyar dolar idi. Bugün 192 milyar dolar ve son 8 yılda yıllık DTH artış hızı (dolar cinsi) yüzde 7,4 olmuş. DTH/M2 oranı yüzde 29’dan yüzde 52’ye yükselmiş halde ve üstelik M2 de pek yerinde durmadı. İşin daha da ilginç tarafı öyle şeyler oldu ki 2013 Mayıs ayında 1 aylık TL mevduat oranı yüzde 6 ve 3 aylık yüzde 7,7 iken 8 yıl sonra bu oranlar yüzde 17,54 ve yüzde 18,74.
Enflasyon hızla artarken faiz elbette düşmüş değil çünkü bu mümkün değil. Para politikasındaki yapısal kısıtları dikkate almamanın sonucu kurun yükselmesi, döviz ihtiyacının artması ve yerleşiklerin dolarizasyonu neredeyse geri dönüşü olmayan noktaya taşımaya başlamış olmaları. Şu an tam olarak yüzde 51,9 olan DTH/M2 oranı için tam dolarizasyon eşiği yüzde 60’tır diyebiliriz fakat rezerv olmadığı için belki de tehlike eşiği daha düşük hale geldi. Dolarizasyon (para ikamesi) stokastik (rassal) bir süreçtir ve eşik aşılırsa iki yöne de kolay kolay geri çevrilemez çünkü uzun dönemli hafıza yerleşmiş olur.