Zafer Özcivan
Ekonomist
Bir diyaliz hastası olarak özel diyaliz merkezlerinin maddi ve manevi problemlerini yakından takip ediyorum. Diyaliz hastalığı, maalesef diğer hastalıklardan daha hassas ve sürekli takip isteyen ve hiç akla gelmeyen sağlık problemlerinin yaşanabileceği bir sağlık sorunudur. Böbreklerin süzme görevinden yoksun olması nedeniyle idrar çıkışı maalesef kesiliyor ve iki diyaliz seansı arasında yediklerimizden aldığımız sıvı ile birlikte almak zorunda olduğumuz başta su olmak üzere diğer sıvılar damarlarımızda birikmekte ve diyaliz seansı ile aldığımız bu sıvılar boşaltılmaktadır. Ancak dört saat süren bu tedavi sonrasında başta tansiyon düşüklüğü, bulantı kusma gibi olumsuzluklar yaşanmakta daha da ötesi sanki dayak yemiş gibi diyaliz sonrası evimize kendimizi zor atmaktayız.72 saatlik böbrek görevini dört saate düşürmek zorunda olduğumuzdan bir takım yan etkiler oluşabiliyor.
Ülkemizde yaklaşık seksen bin diyaliz hastamız var ve maalesef her yıl bunun %10’unu kaybediyoruz ama yenileri de ekleniyor. Dolayısıyla diyaliz hastalarının tedavisi kesinlikle aksatılmadan devam edilme zorunluluğu söz konusudur. Aksi halde bizler kaderimize terk edilmiş oluruz: Diyaliz hasta sayısının oldukça fazla olması nedeniyle devlet hastanelerindeki tedavi merkezleri ihtiyacı karşılamadığından özel merkezler hizmet vermektedir. Hastaların tedavi giderlerini hastadan hiç bedel almadan devletten aldığı ve yeterli olmayan ücretle ticari hayatlarını devam ettirme çabasındadır. Tedavi için birçok merkeze gidip geldiğim için ve ekonomik makaleler yazdığım için yetkililerle sorunları ve çözüm yollarını araştırma imkânı benim için zor olmadı. Çünkü haftada üç gün dört saat tedavi için gide gele doktor ve hemşirelerle abi kardeş ilişkisi içinde oluyorsunuz.
Uzunca bir süreden bu yana ülkemizin içinde bulunduğu yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, döviz kurlarının yüksek olması özel diyaliz merkezlerini ekonomik olarak dayanılamaz bir duruma getirdiğini söylemek kesinlikle abartı olmaz. Çünkü doktor, hemşire, hastabakıcı, temizlikçi, yemekçi, şöfor gibi değişik meslek gruplarından ve birçok kişi çalıştırmak zorundasınız. Özellikle bir diyaliz merkezinde en az üç doktor, yirmi hemşire, üç temizlikçi, beş şoför hastalara hizmet vermektedir. Bunların maaşları, SGK primleri, akaryakıt, merkezin ısınma giderleri, hastaların gıda ihtiyaçlarının karşılanması ve diğer giderler enflasyondan son derece olumsuz etkilendiği halde devletin diyaliz merkezlerine ödediği tedavi parası geçtiğimiz yılbaşından bu yana yerinde saymıştır. Yılbaşından bu yana TÜİK verilerini baz alsak bile enflasyon oranı %40’dır. Kaldı ki bu oran gerçeği yansıtmadığı aşikardır. Örneklemek gerekirse ısınma giderleri %80, akaryakıt giderleri %100, personel maaşları %60, gıda giderleri en az %50 oranında arttığı halde sağlanan ödenek hiç yükseltilmediği için özel diyaliz merkezleri iflasın eşiğine gelmiştir. Yukarıdaki giderlere bir de kira eklenince o da en az %200 oranında arttığı için işin içinden çıkılamaz bir durumla karşı karşıya kalan özel diyaliz merkezleri, devlet büyüklerimizin sorunlarını çözmesi için sabırsızlıkla beklemekte aksi halde sorunu merkezleri kapatmak olması gerektiğini ifade etmektedirler. Hiç istenmeyen bir alternatif olan diyaliz merkezleri kapatılırsa biz diyaliz hastaları kendi kaderimize terk edilmiş olacağız. Konu, bireysel bir sorun, bireysel bir istek değildir ve tamamen halk sağlığı ile ilgili olduğundan yetkililerin acil olarak konuya el atmaları gerekir. Son derece hayati önem taşıyan diyaliz tedavi ücreti ülkemizde son derece düşük kalmıştır.
Aşağıda bazı ülkelerin diyaliz tedavisi için seans başına ödedikleri ücretleri paylaşmak isterdim. (Ücretler Euro cinsinden ödenmektedir.)
Yukarıdaki ücretlerden de görüleceği üzere 24 ülke arasında en ucuz hatta ucuzun da ucuzu ücret ülkemizdedir.
Bir başka konu da tedarik sürecinde yaşanan zorluklardır. Çünkü diyaliz gereçlerinin tümü yurt dışından ithal yoluyla gelmektedir ve doğal olarak döviz kurlarındaki hareketlilik diyaliz merkezlerinin bütçelerini sık sık değiştirmek zorunda kalmalarına yol açmaktadır. Son alınan döviz cinsi varlıkları 15 milyon TL’yi aşan şirketlere TL kredi kullandırılmaması, dövizlerini TL ye çevirmeye zorlanması diyaliz merkezleri için içinden çıkılamaz bir durumdur. Çünkü diyaliz makinası, diyalizer, kan setleri yani diyalizde bir defa kullanılarak çöpe atılan tüm malzemelere döviz ödenerek tedarik edilmektedir. Giderlerinin yaklaşık %60 ı döviz olan bu işletmeler döviz tutmak zorundadır ve daha da ötesi kurların hareketliliği anında maliyetlere yansımaktadır. Bu olumsuzluk, sayıları gittikçe artan diyaliz hastalarının tedavi görebileceği ve başka da çözümü olmayan diyaliz merkezlerinin büyümelerinin önüne set çekmektedir.
En basit örnekten yola çıksak bile asgari ücrete yılbaşında %50, şimdi ise %30 olmak üzere zam yapılmasına rağmen diyaliz merkezleri hiç dikkate alınmamıştır. TÜİK rakamlarına göre yıllık enflasyon mayıs ayına göre TÜFE %73,5, ÜFE ise %132 olarak açıklanmıştır. ÜFE ile TÜFE arasındaki makasın açık olması, enflasyonun önümüzdeki süreçte de devam edeceğinin sinyalidir.
Unutmamamız gereken bir diğer konu ise hastaların evinden alınıp tedavi sonrasında alındıkları yere bırakılması için yapılan servis ücretleri ve hastalara yapılan yemek giderlerinin devlet tarafından karşılanmamasıdır. En küçük bir diyaliz merkezinde günlük yaklaşık 100 kişiye yemek verilmekte ve servis hizmeti yapılmaktadır. Çok sık periyotlarda akaryakıta yapılan zamlar da maliyetleri iyice arttırmıştır.
Sonuç olarak diyaliz merkezlerinin biz hastalara hizmet verebilmesi bir toplumsal hizmettir. Devlet büyüklerimizin konuyu gündeme getirmeleri biz hastaların ortak dileğimizdir.