Varşova Paktı’nın dağılması ve SSCB’nin çökmesinden sonra dünyanın artık demokrasinin gelişmesine elverişli bir ortama kavuştuğuna dair ümitler çok geride kalmış gözüküyor. Bir zamanlar dünyada demokrasi ile yönetilen ülkelerin artacağı, otoriter sistemlerin de yumuşayacağı bekleniyordu ama günümüzde bu bekleyiş tamamen tersine dönmüştür. Artık otoriter sistemlerin sayısının azaldığını söyleyemiyoruz. Önceleri demokrasi ile yönetilen bazı toplumlar inişe geçmiş, demokrasi ile yönetilmeyen ülkeler grubuna katılmış bulunuyorlar. Buna karşılık, serbestleştikleri ileri sürülen otoriter sistemler de yeniden otoriterliklerini güçlendirmeye yönelmiş durumdalar.
Bir an için örnekler üzerinde düşünelim. Bugün Macaristan, AB’ye katıldığı döneme göre daha az demokrasiye sahiptir. Daha önceleri demokrasisini kurumsallaştırmaya başladığı düşünülen Türkiye günümüzde demokrasiler arasında sayılmıyor. Askerlerin yönettiği Myanmar, Soon Ky yönetiminde tedrici bir demokratikleşme deneyimi yaşamaya başlamışken, şimdilerde Tatmadaw (askeriye) tamamen geri dönmüş olup, Bayan Ky ev hapsinde tutulmaktadır. Etiyopya’da barışı inşa etme çabaları nedeniyle Nobel ödülü almış olan Abiy Ahmad artık ordularını Tigray halkına karşı vahşi bir savaşa sürüklemiş bir diktatördür. Ruhani döneminde açık liberalleşme sinyalleri veren İran’daki rejim, Reisi başkanlığında yeniden dinci totaliterliğe dönüş yaşamaktadır. Son olarak Rusya ve Çin’e bakalım. Günümüzde Putin tam anlamıyla bir diktatördür ve otoriter sistemi güçlendirmek uğruna ülkesini Ukrayna’da sonu kestirilemeyen bir savaşa sokmuştur. Buna karşılık, uzun yıllar daha liberal bir çizgiye doğru ilerleyen Çin şu anda yönetimini sıkılaştıran Şi Jingping tarafından yönetilmektedir.
Eğer kişiye önümüzeki beş ya da on yılda dünyadaki demokrasi sayısının artacağı mı yoksa azalacağını mı, soracak olsanız, korkarım çoğu kişi gelecekte otoriter sistemlerin sayısının artacağını tahmin edecektir. ”Diğerleri istisna edilecek olursa, en iyi yönetim biçimi demokrasidir” vecizesiye yetişmiş benim gibi insanlar için bu çok cesaret kırıcı bir gelişmedir. Ancak, kötü bir döneme giriyoruz diye yakınmak yerine, kitlelerin neden sırtlarını demokrasiye dönüp otoriter yönetim biçimlerine yönelebildiklerini sorgulamamız gerekiyor. Sorunun tek cevabı yok. Bir bağlamda bir faktör, farklı bağlamda bir başka faktör ağırlıklı olabilir. Bir dönem demokrasi ile yönetilirken otoriterleşen ülkeler ile uzun süreler otoriter yönetime sahipken, liberalleşmeye başlayıp sonradan tekrar otoriterleşen ülkeler arasında da farklar olabilir.
Güçlenen otoriteryanizmi açıklamamıza yardımcı olan değişken sayısının zenginliği bir yana, iki faktörün öne çıktığı söylenebilir. İlkin, demokratik yönetimler, yönetilenlerin hükümetten beklediklerini sağlayamıyor gibi gözüküyor. Toplumlar daha farklılaşmış ve karmaşık yapılara doğru ilerledikçe belki de hükümetlerin seçmenlerin bekleyişlerini tatmin etmesi giderek olanaksız duruma gelecektir. Değişik seçmen gruplarının birbiri ile çelişen ya da bağdaşmayan bekleyişleri de söz konusu olabilir. Yine seçmenlerin hükümetten maliyeti çok yüksek olan hizmetler beklemeleri fakat hizmet bedellerini ödemeyi kabullenmemeleri söz konusu olabilir. Tabii, bir de siyaset kadrolarıyla ilgili konular var. Birçok toplumda vatandaşlar kendilerini yöneten “siyasi sınıfı” yozlaşmış, kendi çıkarını kollayan ve iktidarını sürdürmeye çalışan bir topluluk olarak algılamaktadır. Mesleklerin itibar sıralamasında siyasetçilerin zaten hiçbir zaman tepede olmayan konumları günümüzde daha da aşağıya doğru kaymaktadır. Bu iki türden koşulun biraya gelmesi sonucu, seçmenler kendilerini bu yozlaşmış kötü siyasetçilerden kurtarmayı ve halkın sıkıntılarını kolayca halletmeyi vaat eden siyasi liderlerin peşinden gitmeye kolayca rıza göstermekte, böyle bir çözümün cazibesine kapılmaktadırlar. Hatta kitleler bu türden “popülist” çağrılardan o kadar etkilenmektedirler ki, söylenenleri aklın süzgecinden geçirmeye bile ihtiyaç duymamaktadırlar.
Bu liderler seçildikten sonra ikinci faktör devreye girmektedir. Popülist liderlerin verdikleri sözleri kısmen veya tamamen yerine getirmeleri imkansızdır ama bunu neden başaramadıklarını açıklamaları lazımdır. Bütün otoriter liderlerin başvurdukları kolay cevap, iyi niyetli hükümetlerin halklarına hizmet etmesini engelleyen, ülke içinde veya dışında mukim bir takım komplocu çevrelerin varlığıdır. Bazen bu çevreler göçmenler, şu veya bu etnik grubun ya da dinin mensupları olabilecekleri gibi, bazen de yabancı şirketler, finans kapital veya hükümetin başarısını engellemeye çalışan tarihi düşmanlar olabilir. Hükümetler kuşatılmışlıktan yakınabilirler, savaşa hazır olmak gerekiğine işaret edebilirler, hatta sınırlı askeri harekatlara dahi girişebilirler.
Otoriter yönetimler ciddi bir sorunla karşı karşıyadırlar. Kitlelere verdikleri sözleri tutmaları mümkün değildir. Bu konudaki başarısızlıkları giderek daha belirgin hale geldikçe, başkalarını suçlamaya, iç ve dış düşmanlarla mücadele etmek için daha otoriter tedbirlere yönelirler. Demokratik sistemlerden farklı olarak, otoriter yönetimlerin seçimlerle görevden uzaklaştırılmaları zordur. Kitleler, ancak başarı şansı yüksek olmayan ve insan maliyeti yüksek protesto hareketlerine başvurabilirler. Bazı durumlarda siyasette değişim bir darbe ile gelir. O zaman da bir otoriter lider takımı bir diğeri tarafından değiştirilmiş olur. Otoriter yönetimlerin bünyesel ve aşılması kolay olmayan sorunu budur. Bu durumda, demokrasilerin gidebilecekleri en iyi yol, performanslarını nasıl iyileştireceklerini araştırmak, otoriteryanizme kaymaktan kaçmaya çalışmaktır.