Seçimler sonrasında ekonomide normalizasyonun ne şekilde ve hangi vadede gerçekleşeceği bugünlerde gündemi çokça meşgul eden sorulardan biri. Öncelikle, hangi hükümet gelirse gelsin, kurlarda bir “düzeltme” ihtiyacının ortaya çıkmış olduğu açık. İhracat pazarlarımız beklenenden daha iyi büyüme performansı göstermesine rağmen (örneğin AB’de bir aralar korkulan resesyonun artık gerçekleşmeyeceği kesinleşmiş gibi) son aylarda ihracat performansımız giderek düşmekte. Şubat’ta yüzde 6.4 azalma söz konusuydu. 2 gün sonra yayınlanacak Mart ayı rakamları da daha iyi olmayacaktır. (Maalesef büyük afet sonrasında bölge illerinin ihracatının yüzde 30’dan fazla gerilemiş olmasının da bu durumda etkisi var.) Kurların bir senedir sabit tutulması nedeniyle TL hızla değerlenmiş ve ÜFE üzerinden hesaplanan Reel Efektif Kur endeksi de 6 sene önceki seviyesine geri gelmiş durumda. Kısaca, Türkiye ekonomisi devaluasyon sonrası kurlar üzerinden elde ettiği rekabetçiliğini hızla kaybetmekte.
Öte yandan, emtia ve enerji fiyatlarındaki göreceli gevşemeye rağmen ithalatımız da artmaya devam etmekte; ki eğer Dünya ekonomisi tahmin edildiği gibi toparlanmaya devam ederse, önümüzdeki dönemde emtia fiyatlarında düşüş değil, artış göreceğiz demektir. Velhasıl bu gelişmeler ve bir de seçim yaklaşırken verilen ek ücret zamları ve eksi reel faizlerle (ağırlıklı olarak kamu bankaları kanalıyla) yapılan kredi ivmelendirmesi cari açığı ister istemez kontrol edilebilir seviyelerin dışına taşıyabilir. (Son 3 aylık kümülatif açık 20 milyar dolar, önümüzdeki 3 ayda da benzer bir açık bekleniyor.)
Seçimler sonrasında hızla ortodoks politikalara dönülmesi gerekeceği muhakkak. Şu an uygulanan ve benim “ad hoc” (önceden tasarlanmamış, muvakkat) olarak tabir ettiğim politikaların devam ettirilmesi imkansız. Nitekim son bir sene, birilerinin yanlış para politikası israrı sonucunda bozulan finansal dengeleri toparlamak için yapılan ve serbest piyasayı iyice zedeleyen düzenlemelerle geçti. Ve tam da tahmin ettiğim gibi bozulan bir dengeyi düzeltmek için yürürlüğe konulan bir düzenleme başka bir dengeyi bozduğu için çoğu zaman yapılan düzenlemeler de tekrar düzeltildi!
Artık geldiğimiz noktada, finansal veriler arasında mantıklı bir ilişki kalmamış durumda. Bu dengesizliklere çok örnek verilebilir ama sözün bittiği yer TCMB’nin yayınladığı faiz istatistiklerinde olsa gerek: 17 Mart haftası itibarıyle ortalama mevduat faizleri yüzde 27.6 iken, ticari kredi faizleri yüzde 14.7 seviyesinde. Diğer bir ifadeyle net faiz marjı yüzde -13! (Böyle bir dengesizlik karşısında alınabilecek tüm polisiye tedbirlere rağmen faiz arbitrajının (düşük faizli kredi kullanıp, yüksek faizli mevduata yatırmak) önüne geçmek de zor.)
Finans ve para piyasalarındaki bu dengesizlikler ve belirsizlikler karşısında uzun zamandır GOP analistleri TL’yi takip etmeyi tamamen durdurmuş vaziyetteler. Bizatihi bu durum Türkiye’ye gelişmiş piyasalardan herhangi bir fon gelmesini engellemekte. Yabancı bir finans kuruluşunun araştırma bölümü bir para birimini takip etmiyorsa, o kuruluşun trading bölümünün o para birimine yatırım yapması veya müşterilerine o para birimini tavsiye etmesi imkansızdır. Tabii ki doğru politikalarla bu trend kısa sürede geri çevrilebilir. Yabancı yatırımcılar bir zamanlar GOP’ların en büyük döviz piyasalarından biri olan TL’ye yatırım için sadece uygun şartların oluşmasını beklemekteler. (Kısaca özetlersem, kontrollü bir devaluasyon sonrası politika faizinin 12 aylık enflasyon beklentisi seviyelerine (halihazırda yüzde 32) çıkarılması ve döviz işlemlerine getirilen kısıtlamaların kaldırılması yeterli olacaktır. Tabii, maliye politikasında da gerçekçi programlar görmek isteyeceklerdir.) Bu da seçim sonrasında ortodoks ve öngörülebilir politikalara geri dönen yeni bir hükümetin en büyük kozlarından biri olacaktır şüphesiz.