“Önce işlerimizi aldılar, sonra tiyatrodaki koltuklarımızı…”

Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

“Eğer net sıfır karbon emisyonu hedefine 2050’de ulaşmak istiyorsak, bunun maliyetini yoksulların ödemesini bekleyemeyiz. Hakça bir sistem tasarlamak kolay mı? Gelin birlikte düşünelim.”

Geçen yazının sonunda, “AB eğer bu hafta, Gümrük Birliği Modernizasyonu konusunda karşılıklı konuşmaya başlamamız için bir kapı açarsa, 2021 yılının müjdesi olur doğrusu” demiştim. Nitekim öyle oldu. AB Zirvesi’nden müjdeli haber çıktı. Top artık Türkiye’de.
Böylece küresel yeşil-dijital dönüşüm tartışmalarına doğrudan müdahil olabileceğimiz bir kapı açıldı. Ehem ile mühimi ayırabiliyorsanız, olan budur. Fırsatı ya kullanacağız ya da kullanamayıp sonradan fena hayıfl anacağız. Gelecekle karşılaştığınızda, onu tanıyabilmeniz önemli.
Müsaadenizle bugün yeşil dijital dönüşümün zorluklarından başlayarak meseleyi geçen hafta başladığım karbon fiyatlaması hadisesine bağlayayım. Doğrusu ya, başlayacak bu müzakere sürecinde küresel değişime intibak patikamızı tanımlamak ciddi düşünmeyi gerektirecek.

KLARA İLE GÜNEŞ’İ OKUMADIYSANIZ, OKUYUN

Günün başlığı, Kazuo Ishiguro’nun, 2017’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra yazdığı yeni romanı “Klara ile Güneş”ten. Önce oradan başlayayım. Tiyatronun önündeki kaldırıma taşmış olan kalabalıktan biri, kalabalığı yararak geçmeye çalışan, Josie’ye, YA’sı Klara’yı işaret ederek, tam da böyle der.
“Bu makineyi tiyatroya sokmaya mı niyetiniz var diye merak ediyorduk.” Josie, anlamadan bakınca yine kalabalıktan biri “Önce işlerimizi elimizden alıyorlar. Sonra tiyatrodaki koltuklarımızı.” diye ekler.
Japon asıllı İngiliz yazar Ishiguro yeni romanında Klara’nın ağzından anlatıyor. Klara, bir android, çocuklar için “Yapay Arkadaş (Artificial Friend)”, yani bir YA (AF). Yapay Zeka teknolojisi sayesinde insan davranışlarını dikkatle inceleyerek, öğreniyor. Bazen yanlış anlıyor ama yanlışlarından da öğreniyor.
Romanda tarif edilen geleceğin dünyasında bu tür YA’ların sürekli yeni sürümlerinin satışa sunulduğu dükkanlar var. “Eğer bir çocuk diğerine göre, daha yetenekliyse, fırsatların daha parlak olan çocuğa sunulması”nın norm olduğu bir dünya bu. Bir tür “herkesten yeteneğine göre” dünyası ama orada da kazananlar ve kaybedenler var.
Kaybedenler daha önceki fırsatları kaçırdıkları gibi, tiyatro koltuklarını da kaybetmekten korkuyorlar nitekim. Neyse ben geleceği tahayyül edip, anlamaya çalışan bu romanın 2050’yi hayal etmeye çalıştığımız bu günlerde konumuzla alakalı olduğunu düşünüyorum.

GEÇEN HAFTA AB, TÜRKİYE’YE 2018’DE KAPATTIĞI KAPIYI YENİDEN AÇTI

Şimdi, 2050’de dünya böyle olur mu? Olabilir. Teknolojik gelişme sayesinde bundan on yıl öncesine göre çok daha az enerji harcayarak, çok daha hızlı ve çok daha fazla fazla hesap yapabilme (computing) kabiliyetine sahibiz. Bundan 30 yıl sonra buraya gelip gelmeyeceğimiz, bugünden nasıl politikalar tasarlayacağımıza bağlı aslında. Mesele bugünden sonra hangi patikayı tercih ederek, net sıfır karbon emisyonu hedefine yürüyeceğimizle yakından alakalı, bana sorarsanız.
Hadiseye Türkiye açısından bakarsanız, geçen haftaki AB toplantısı, doğrusu, Türkiye açısından büyük bir başarı oldu. Avrupa Konseyi, 28 Haziran 2018’de Türkiye’ye kapattığı kapıyı, 26 Haziran 2021’de yeniden açtı. Gerçi, Türkiye, resmi olarak, atılan adımı yetersiz buldu, bir nevi, protesto etti. Ama 2018’den bugüne, olana ve olmayana şöyle bir dikkatli bakarsanız, başarıyı görürsünüz. Doğrusu ya, bu sonuca baktığımda Türkiye’nin, Biden-Erdoğan görüşmesinde kritik soruya ilk aşamada doğru cevabı verdiğini düşünüyorum. Nasıl?
28 Haziran 2018’de benzer bir Avrupa Konseyi toplantısında, Türkiye’nin giderek AB’den uzaklaştığı delilleri ile sayılmış ve bu şartlar altında üyelik müzakerelerinin sürdürülemeyeceği ve “görülebilir gelecekte” Gümrük Birliği’nin Modernizasyonu konusunda “ek bir çalışma” yapılmayacağı vurgulanmıştı.
26 Haziran 2021’de ise Avrupa Konseyi, Avrupa Komisyonu tarafından Gümrük Birliği’nin Modernizasyonu için gereken Konsey onayını almak üzere teknik düzeyde başlatılan çalışmaları not ettiğini açıkladı. Gereken onayı almak üzere başlatıldığı için bir nevi övülen çalışma, olumsuzluklar giderilmeden “görülebilir bir gelecekte” yapılmayacağı söylenen, tam da o “ek bir çalışma” esasen. Ama nedir? Halen olmayan böyle bir çalışmanın yapılıyor olması pozitif bir biçimde not ediliyor. Bu nedir? Ben size altını çizerek söyleyeyim: Türkiye için iyidir.
Şimdi önümüze gelen bu gollük pozisyonu nasıl kullanacağımız, nasıl bir patikayı tercih edeceğimiz, nasıl ilerleyeceğimiz, 2021’i nasıl değerlendireceğimiz artık bize kalmış durumda. Doğrusu ben bu noktada iki patika görüyorum. Birincisi, Türkiye’nin yeşil- dijital dönüşüm sürecine kendisi açısından en uygun biçimde intibakıdır. Bunun için, Türkiye’nin 2050 yılına doğru bir ekonomik planı olması gerekir. İkincisi ise gelecek hakkında yeterince düşünmeden, dünyanın kendi tercihleri ile bizi zaten çekmekte olduğu yere doğru sürüklenmektir.
Türkiye, 1980’lerde küreselleşme sürecine ikinci yoldan intibak etti. Aynı dönemde, küresel sisteme entegre olan Çin ise birinci yolu tercih etti. Bugün 1,4 milyarlık Çin’in kişi başına geliri, 82 milyonluk Türkiye’den daha yüksek. Not edeyim.

KARBON EMİSYONLARI, ADALETSİZ GELİR DAĞILIMI İLE YAKINDAN ALAKALI

Bu kez 1980’lerdeki gibi yapmayacaksak, neyle karşı karşıya olduğumuzu açıklıkla görmemiz ve bir plan yapmamız gerekir doğrusu. Öncelikle net sıfır hedefine gitmenin kazanan ve kaybedenleri olacağını bilmek ve bunları tespit etmek gerekir. Karbon ayak izi en büyük olanlar en çok kaybedenler olacak mıdır? Adil geçiş talebi işte tam da bu konu ile alakalıdır.
Stockholm Çevre Enstitüsü (Stockholm Environment Institute- SEI)’nün Eylül 2020’de yayımladığı bir çalışmaya göre, 1990’dan 2015’e, küresel karbon emisyonları, her yıl yüzde 60 civarında artıyor. Böylece 25 yılda, küresel kümülatif emisyon miktarı iki katına çıkıyor. İşler 1990’dan sonra kontrolden çıkıyor gibi görünüyor. Neden? Özellikle 1990’dan sonra Çin, her yıl dünyaya orta büyüklükte bir sanayi ülkesi eklemeye başlıyor. Hindistan değişiyor. 1990’dan itibaren yıllık küresel karbon emisyonlarının hep artan bir bölümü aslında gelişmekte olan ülkelerden kaynaklanıyor. İlk grafik tam da bunu gösteriyor.
Hâlbuki bu durum, esasen gelişmekte olan ülkelerde yaşayan nüfusun daha kalabalık olmasından. Kişi başına yıllık karbon salımına baktığımızda, aslında karbon emisyonlarının kaynağının zengin ülkeler olduğunu görmek mümkün. Burada ikinci grafiğe bir göz atabilirsiniz.
Ancak hadiseye küresel gelir dağılımı açısından bakarsanız, resim tamamen değişiyor. Buna göre, en üstteki yüzde 10’un 1990-2015 arasındaki karbon emisyonlarının yüzde 46’sından sorumlu olduğunu görmek mümkün. En alttaki yüzde 50’nin emisyonlardan aldığı pay ise yalnızca yüzde 6. SEI’nin hesapladığı karbon eşitsizliği ortaya üç numaralı grafikteki dinozor şeklini çıkartıyor.
Nasıl oluyor? Ben mesela Amerikan Başkanı Joe Biden’ın, özel uçak sahibi olan John Kerry’yi İklim Değişikliği Özel Temsilcisi olarak atamasından sonra dile getirilen şikayeti, bu çalışmaya bakınca daha iyi anladım. Bir yerden bir yere uçmanın karbon emisyon maliyeti yüksek. Ama özel uçakla seyahat, kişi başına karbon emisyonu açısından çok daha pahalı doğrusu. Yalnızca bir örnek ama önemli.

NET SIFIRA ADİL GEÇİŞ PATİKASINI DOĞRU TARİF EDEMEZSEK, 2050’DE HEDEFE ULAŞAMAYIZ

Buradan ne çıkar? Hem küresel hem de ulusal olarak net sıfır karbon emisyonu hedefine adil bir geçiş patikası belirlemek zorundayız. Ne demek bu? Eğer net sıfır karbon emisyonu hedefine 2050’de ulaşmak istiyorsak, bunun maliyetini yoksulların ödemesini bekleyemeyiz demek. Geçişi zorlaştıracak olan, karbon emisyonlarına yol açanların geçişin maliyetini üstlenmekten bugüne kadar kaçınmasıydı. Hala da öyle. Hakça bir sistem tasarlamak kolay mı? Gelin birlikte düşünelim.
Öncelikle mavi küremiz üzerinde yaşayan her bireyin belli bir karbon emisyonuna hakkı olduğunu teslim etmek gerekir. Diyelim 100 birim. İkinci olarak, herkesin karbon emisyonlarını kuyumcu terazisinde tartsak. Mesela A kişisine 30 birimlik emisyon çıksa. B kişisine 170 birimlik emisyon. Bir tür kişisel karbon ayak izi ölçeri olsa yani. Bu durumda, A kişisine 70 birimlik emisyon hakkını temsil eden bir sertifika verirken, B kişisinden de piyasadan 70 birimlik emisyon sertifikası satın alıp teslim etmesini isteyebiliriz. Karbon emisyonu sertifikasının aynı Bitcoin gibi sonsuz bölünebilir olması da önemli tabii. İşte bakın, böyle bir sistem olsa, o vakit, piyasaya dayalı, hakça bir küresel karbon fiyatlaması sistemimiz olabilir. Hani IMF’nin istediği gibi.
Ama hayat bu kadar adil değil. Pek çok ülkede istatistik sistemi bile yok. Bu tür bir küresel karbon fiyatlaması sistemini tasarlamak, astarı yüzünden pahalı bir işlem olabilir doğrusu. O vakit ne gerekir? Olsa olsa yöntemi ile arada bir sistem tasarlanabilir. Aynı katılım bankacılığı sistemi gibi. Ya da ilk geçiş sürecinde ağırlık özellikle gelişmekte olan ülkelerde yalnızca karbon vergilerine verilebilir.
Böyle bakılınca, AB’nin sınırda karbon vergisi uygulamasının kısa süreli olmamasını beklemek gerekir diye düşünüyorum doğrusu.
2050 yılını düşünürken, bugüne kadar altını çizdiğim üç husus önemliydi, Türkiye açısından. Şimdi nerede olduğumuza bir daha bakalım.
Birincisi, Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı Mecliste bir an önce onaylaması gerekiyordu. Hala gerekiyor. Her an yapılabilir.
İkincisi, Türkiye’nin 2050 yılını tahayyül etmeye başlayarak, hangi patikayı seçeceğimiz üzerine düşünmek için gerçekçi bir yeni emisyon azaltma niyet belgesi hazırlaması gerekiyordu. Hala gerekiyor.
Üçüncüsü, Türkiye’nin bir an önce AB ile Gümrük Birliği Modernizasyonu için teknik çalışmalara başlayıp, AB’nin atacağı adımları dikkatle takip etmesi ve şimdiden talepte bulunması gerekiyor. Bakın bu konu daha önce yapılabilir değildi, artık mümkün. Şimdi bu fırsatı kullanmak gerekir.
Malum fırsatların kazası olmaz. Yoksa aynı romanda o tiyatronun kapısında toplananlar gibi gibi şikâyet ederiz. “Önce işlerimizi aldılar, sonra tiyatrodaki koltuklarımızı..” diye hayıfl anırız. Bir işe yaramaz sadece konuşuruz. Çok geç olur, bir şey yapamayız.

Tüm yazılarını göster