Olmuyor, yakışmıyor!

Muhterem İLGÜNER MARKA ŞEHİR; Gün Bugün!

Mustafa Kemal Atatürk’ün cumhuriyetin ilanından sonra kurulacak hükümette başbakan olarak görev almasını arzu ettiği İsmet İnönü’ye yazdığı mektuptan bazı satırlar:“Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışardan getirtiyoruz. Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız çok az. Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. Hedefimiz milli iktisat. Bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı.”

Cumhuriyetin iktisadi gücü fertlerin mülkiyet hakları, ekonomik özgürlükleri ve girişim serbestliği sağlanmış, tam bağımsız hukuk düzeni içerisinde, Anadolu’nun ve bu yarımadayı üç yönden çeviren denizlerin iktisadi kaynak ve zenginliklerini etkin ve verimli şekilde kullanarak, rekabet edebilecek bir üretkenliğe kavuşturulması düşüncesine dayanır. Bu kararlılığın üzerinden 100 yıl geçti ve bizler kurucularımızın vizyonu doğrultusunda acaba ne kadar yol alabildik?

İsviçre merkezli IMD tarafından 1989 yılından bu yana yayınlanan “Dünya Rekabetçilik Sıralaması”na göre 2022’de Türkiye bir önceki yıla kıyasla bir sıra daha gerileyerek 63 ülke arasında 52. sırada yer almış:

Yıl

2018

2019

2020

2021

2022

Sıra

46

51

46

51

52

Bu araştırmaya göre ülkeler, rekabetçiliklerini yöneterek uzun dönem değer yaratma kabiliyetlerine göre sıralanmakta. Bizim üzerimizde kimler mi var? Romanya, Polonya, Slovakya. Demek ki biz onlar kadar değer yaratamıyoruz.

Bu durum aşağıdaki grafikte de açık – seçik görülmekte; son 15 yıldır, ben bu verileri derleyip bu grafiği hazırlamaya başlayalıdan beri, toplam ihracatımızın tutarı üretmek için dışarıya ödediğimiz parayı (enerji hariç!) karşılamıyor:

2022 yılı ise son 15 yıl içerisinde en büyük farkın, en büyük açığın olduğu yıl; tam 79 milyar dolar! Sadece üretmek için dışarıya ödediğimiz para 333 milyar dolara ulaşmış yaptığımız toplam ihracat 254 milyar dolarda kalmış. Tüy dikmişiz! . Bu toplama otomobil, tüketim malları dahil değil. Yani cep telefonu yok, bilgisayar yok, spor ayakkabı yok, makyaj malzemesi yok. Sadece ve sadece üretmek için, yurt içinde olmayan ya da yeterli olmayan girdiler (ara mallar) ile üretimde kullanılan makine, teçhizat gibi dayanıklı ürünler var.

Bu duruma sessiz kalan TİM, TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD, TÜGİAD; ne dersiniz? Aynada gözlerinizin içine bakıp bir şeyler söyleyebilir misiniz? “Biz niçin ürün ve hizmetlerimize değer katamıyoruz?” diye kendinizi sorgulayabilir misiniz? Dedik ki hükümetler yanlış kararlar alıyor, ekonomi yönetimi başarılı olamıyor. “Suçlu ayağa kalk!” dendiğinde sanık kürsüsünde bir tek onlar mı olacak? Benim takip edebildiğim kadarıyla son 15 yıldır hakim olan “değer kısırı” bir anlayış ve tutum bu tablonun baş sorumlusu.

Bu grafik, bu sıralamalar 20 yıla yaklaşan yurt dışında markalaşma desteği TURQUALITY programının da işe yaramadığının resmi. Bu programa tam 384 marka dahil. Toplamının marka değeri bir kahve, bir hamburger markasının değerinden çok daha az! (Starbucks 53 milyar$, McDonald’s 37 milyar$. Türkiye’nin en değerli 100 markasının toplam değeri ise 16 milyar$!)

Özetle; d e ğ e r yaratmasını bilmiyoruz. Niçin? Neden? Bunu kimler sorgulayacak? Odadaki fili kim tarif edecek? Ve bu kronik, uzun bir süredir devam eden soruna nasıl çare bulunacak? Daha birkaç hafta önce “Odadaki Fil” başlıklı yazımda bu deyimin kimsenin tartışmak, derinine inmek istemediği çok açık, aşikar bir sorun ve riski tanımladığını anlatmıştım. Bu deyim kullanıldığı zaman, var olan bir sorun ya da zorluk hakkında insanların konuşmak istemediği anlaşılmakta, en büyük konunun görmezden gelinmesi ima edilmek istenmekte. Konuşması gerekenler konuşmuyor, görmesi gerekenler görmüyor! Önümüzde çözüm bekleyen sorunlar var; işsizliğe çare bulunacak, refah ve itibarımız arttırılacak. Cari açığı kapatmak, kişi başına düşen geliri arttırmak, cebimize daha fazla para girsin istiyorsak ürettiklerimizi, elde var olanları değerli kılmamız gerekiyor. Başka çözüm yolu yok, başka şansımız yok! Bunu idrak etmekte niye bu kadar zaman yitirdiğimizi, güçlük çektiğimizi anlamak çok zor. Türkiye üretmesini bilmekte ancak beceremediğimiz şey ürettiklerimizi değerli kılabilmek. Ve esas çözmemiz gereken sorun bu olacaktır. Çünkü ürettiklerimizi değerli kılmamızın karşılığı yaratılacak artı değerdir. Refah için, itibar için bu artı değere şiddetle ihtiyacımız vardır. İkinci yüzyılı taçlandırmak, kurucu önderlerimizin hayalini gerçekleştirmek istiyorsak ürün ve hizmetlerimizi, taşımızı - toprağımızı, deremizi - gölümüzü, denizimizi - kıyılarımızı, eti, sütü, peyniri, tahılı, sebzeyi velhasıl elde avuçta ne varsa hepsini değerli kılmasını becerebilmeliyiz. İşte esas o zaman biz “kıskanılacak bir ülke” oluruz.

Şehirlerin bu tablodaki rolü nedir diye soracak olursanız: Türkiye’de 30’u büyükşehir, 51’i il ve 1003’ü ilçe belediyesi olmak üzere tam 1084 belediye var. Belde belediyeleri bu rakamın dışında. Onlarca ilçenin nüfusu 100 binlerin üzerinde. 1084 dev sosyo-ekonomik güç merkezi; burada insan yetişiyor, burada ürün ve hizmetler yetişiyor. İşkollarıyla, sahip oldukları kültürel miraslarla, coğrafi özellikleriyle, tarlalarında, bahçelerinde yetişen ürünlerle, fikir ve kabiliyet sahibi insanlarıyla muazzam bir güç. Bu gücün arzulandığı şekilde harekete geçirilmesi, değer üretmesi ile kazanımlarımız büyük olacaktır.

Tüm yazılarını göster