Ben de pek çok kişi gibi bir süredir ekonomide yaşananları anlamaya çalışıyorum. Kur ve enflasyonun artmasına izin veren uygulamaların nedenini kavramaya uğraşıyorum.
Ortada dolaşan birçok komplo teorisi var. Mesela Türkiye ekonomisini çökertmeye çalışan dış güçlerin bir araya gelip hamle üzerine hamle yaptıklarına ciddi ciddi inananlar var. Ya da iktidarın güçlü olduğu yerlerde döviz mevduatlarının yüksek olduğu ve bu nedenle hükümetin kendisine oy verenleri desteklemek için doların yükselmesine izin verdiğini düşünenler de var. Hiç birisine inanmıyorum. Ama olanları yine de anlamakta zorlanıyorum.
Olanların bir ekonomik plan ve strateji çerçevesinde olduğunu düşünüyorum ya da düşünmek istiyorum. Bu niyet ile en sonunda şöyle bir plan olduğuna kendimi ikna ettim:
Ankara’nın yaklaşımı gördüğüm kadarıyla “Bırakalım, kur nereye giderse gitsin. Biz faizi kontrol edelim.” Bu aslında bir yönden sevindirici çünkü mevcut ekonomi yönetimi bundan 1-2 yıl önceki yönetimin aksine “imkânsız üçleme”nin farkına varmış görünüyor. Yani bir ekonomide sermaye hareketleri serbestken aynı anda hem faizi hem de kuru kontrol edemeyeceğini görmüş. O zamanlar da uyarılmıştı; “Denemeyin, olmuyor. Sonra olan ekonomiye oluyor, ülke yıllarını kaybediyor” diye ama denendi; tabii ki olmadı ve ülke yıllarını ve TL değerini kaybetti. Faiz ise başladığı seviyenin de üzerine çıkarılmak zorunda kalındı.
“Bırakalım, kur nereye giderse gitsin, yeter ki faizi indirelim” yaklaşımının arkasında herhalde TL’nin değer kaybının ihracatı destekleyeceği ve ithalatı frenleyeceği öngörüsü var. Böylece ihracata dayalı endüstrilerde işler yolunda gidecek; yatırım ve istihdam artacak. Aynı zamanda turizm gelirleri de olumlu etkilenecek. Çünkü orta ve düşük gelirli turistler kura çok duyarlıdır, parası değer kaybeden ülkeye koşarlar. Türkiye de “ucuz turizm” ülkesi olarak TL değer kaybının etkisiyle daha fazla sayıda turist çekecek. Böylece turizm sektörü ile ilişkili birçok sektör de bu politikadan nemalanacak. Genç nüfusa istihdam yaratılacak.
Bu arada kur hareketi nedeniyle yabancı ürkebilir, kısa vadeli sermaye kaçabilir ama olsun. Rezerv sorunu ihracattaki ve turizmdeki canlanma ile çözülür. En önemlisi rezervin en büyük kaynağı olan ihracat reeskont kredileri dönüşleri rezervi desteklemeye devam eder.
Eğer hesap buysa, anlaşılabilir ama hala kabul edilebilir değil. Çünkü hesapları bozan ve planı aksatan esaslı bir faktör var: enflasyon. Eğer enflasyon tek hanelerde dolaşsaydı, belki Ankara’nın yaklaşımı makul karşılanabilirdi. Ama maalesef geçmiş hataların bir sonucu olarak, biz bu duruma yüzde 20’ye yakın bir enfl asyonla yakalandık. Dünyanın enflasyonu en yüksek ülkelerinden biri olduk. IMF’nin geçen hafta açıklanan en son tahminlerine göre 2022’de enflasyonun Türkiye’den daha yüksek olacağı sadece 7 ülke var: Suriye, Yemen, Zimbabwe, İran, Surinam, Venezuela, Honduras ve Haiti. Bunların dışında kalan tüm ülkeler bizden daha düşük bir enfl asyon ile 2022’yi kapatacaklar. Bu liste bize çok şey anlatıyor; ekonominin en büyük sorununun enfl asyon olduğunu söylüyor.
Eğer enflasyon bu düzeyde olmasaydı, “bırakalım kur nereye giderse gitsin” yaklaşımı kabul edilmese bile anlaşılabilirdi. Eğer bu yaklaşım yapısal reform ayakları da olan kapsamlı ve güçlü bir programın parçası olsaydı ve bu program 25-30 milyar dolarlık bir IMF düzenlemesiyle desteklenseydi işte o zaman kabul edilebilirdi. Oysa şu anda sürece hakim olan, koordine bir plan görmüyoruz. Mesela bir yandan bankaların üzerine gelip bireysel kredi faizlerini artırmaları isteniyor ama diğer yandan Merkez faiz indirerek, genel faiz düzeylerinin inmesine çalışıyor; her biri ayrı yöne koşan atların çektiği yalpalayan bir at arabası gibi.
Kısacası mevcut plan her neyse, ne piyasalara ne de ekonomideki birimlere güven vermiyor. Yani içerik, yapısal ayağı, finansman boyutu ile ilgili sorunların yanı sıra güven ayağı da eksik. Bu da her şeyi daha karmaşık hale getiriyor.