Kapitalizmin son 40 yılına damgasını vuran neoliberal ideolojiler yerini yeniden daha devletçi, eşitlikçi ve üretimi öncelleyen politikalara bırakıyor olabilir mi? Batı ekonomilerini ele aldığımızda, 1945-1980 yılları arasında Keynesçi politikalar sayesinde refah seviyesinde elde edilen artışların, yüksek istihdamın ve daha eşitlikçi gelir dağılımının neoliberalizm döneminde devam ettiğini söylemek yanlış olur. Keza, kısaca Washington konsensüsü olarak adlandırılan neoliberal politikaların IMF ve Dünya Bankası gibi örgütler tarafından agresif bir şekilde az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere empoze edilmesinin de bu ülkelerin refah seviyesinde (özellikle göreceli olarak) anlamlı bir değişiklik yaptığı iddia edilemez. Hatta, son 40 senede bu ülkelerin takılıp kaldıkları refah seviyesini ifade eden “Orta Gelir Tuzağı” terimi literature girmiş bulunuyor.
Dünya bu son 40 yıllık dönemde finansallaşmanın, tüketim toplumunun ve küreselleşmenin ağırlık kazandığı bir dönem yaşadı, ve halen de yaşıyor. Öte yandan neoliberal ideologların iddia ettiğinin aksine bu sistem hiç de gerçek anlamda tam serbest piyasacı bir sistem de olmadı. Bu süreçte hakim sınıflar yeri geldiğinde parasal güçlerini ve siyasi sistemdeki nüfuzlarını kullanarak devletlerin ekonomi politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiler. 2008 küresel kriziyle birlikte ise sistemin sorunları giderek daha da görünür bir hal almaya başladı. Başta Fed olmak üzere tüm gelişmiş ülke Merkez bankaları sistemin devamlılığını sağlamak adına dozu giderek daha da artan aşırı genişlemeci politikalar izlemek zorunda kaldılar. Ancak belki de bu ideolojinin zafiyetini iyice gözler önüne seren gelişme pandemi oldu. Pandemi sürecinde nasıl sistemin salt özel sektörün insafına bırakılamayacağı, devletin pek çok noktada doğrudan müdahele etmesinin gerekli olduğu görüldü. Bu gereklilik sadece aşı ve ilaçların geliştirilmesi ve dağıtılması noktasında değil, onun kadar önemli olarak keskin bir şekilde düşen hanehalkı gelirlerinin ve dolayısıyla da talebin ayağa kaldırılması noktasında ortaya çıktı. Pandemi ile birlikte büyük-küçük neredeyse her devlet hanehalkı gelirlerini korumak için gerek maliye, gerekse de para politikalarında bugüne kadar görülmemiş ölçüde gevşemeye gitti. Ancak bu konuda ABD’nin çok daha kararlı ve agresif davrandığı söylenebilir. Hatta Biden hükümeti bir adım daha ileri giderek pandeminin tetiklediği ve Rusya-Ukrayna savaşının da iyice körüklediği arz ve küresel tedarik sorunlarına yönelik olarak “Enflasyon Düşürme Yasası” adı altında büyük bir harcama paketini bu hafta meclisten geçirmiş bulunuyor. Bu paket aynı zamanda yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımları teşvik eden ve bu boyutuyla küresel ısınmayı önlemeyi de hedefl eyen ve bir anlamda üretimi öncelleyen bir paket. Bu şekliyle de enflasyon karşısında sıkılaştırıcı para ve maliye politikaları öneren sağcı politikalarla taban tabana zıt ve neredeyse paradigma yıkıcı bir yaklaşım. (Tabii, bu neoliberal ideologların hiç de hoşuna giden bir gelişme değil. Hemen, kamunun büyümesinin ekonomi için ne kadar kötü olduğunu vurgulayan ve artan borçların ileride yaratacağı yüklerin yaratacağı sorunları ön plana çıkaran söylemlerde bulunmaya başladılar bile.)
Kısaca ABD bugünlerde büyük bir iktisat deneyinin hüküm sürdüğü bir ekonomi. Eğer izlenen genişlemeci politikalar kalıcı bir enflasyona ve/veya resesyona sebebiyet vermez ise, ve ABD sonuçta kısa sürede daha güçlü bir büyüme patikasına girerse, neoliberallerin artık savunacak bir doktrinleri kalmayacak, ve belki de (Dani Rodrik’in Project Syndicate’daki son yazılarında vurguladığı gibi) Dünya 40 yıldan sonra finansallaşma, tüketimcilik ve küreselcilik yerine üretim, çalışma ve yerelleşmeye dayanan bir ekonomi politikası çerçevesine yönelecek.