Ukrayna savaşı, Türkiye kamuoyundaki Batı karşıtı hissiyatı ortaya çıkardı. Muhafazakârından modernine, siyasal İslamcısından sekülerine, Türk toplumunun büyük bölümü sırf Batı karşıtlığı yüzünden Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimini bile hoş gören tavır içine girdi.
O kadar ki, Türkiye’nin NATO’ya tam üye olduğu, İttifak’ın bugüne kadar aldığı iyi/kötü tüm kararların altında Türkiye’nin de imzasının olduğu bile görmezden gelindi.
Belli ki Cumhurbaşkanı Erdoğan da, artık sadece bir yılın kaldığı seçimler öncesinde Türkiye’de ortaya çıkan bu duyguyu siyaseten harekete geçirmeye karar verdi.
LİBYA’DAN GENEL SEKRETERLİĞE; ANKARA’NIN NATO’YLA PAZARLIK SÜRECİ
Bu durum AK Parti hükümetleri açısından ilk değil;
Erdoğan daha önce NATO’nun Libya’ya yönelik operasyonunda da, Danimarka eski Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği’ne atanmasında da Türkiye’nin müttefikleriyle kamuoyu önünde “pazarlık” sürecine girmişti.
Ancak tüm dünyanın gözü önünde yapılan bu “pazarlıkların” sonuçları pek de Ankara’nın istediği gibi gelişmedi; Erdoğan “NATO’nun Libya’da ne işi var” dedikten sadece 15 gün sonra Türkiye sessiz sedasız NATO’nun Libya görevine katıldı, hatta bu görevin komutasını bile üstlendi. Rasmussen’in Genel Sekreterliği pazarlığında ise Türkiye’ye –siyasi işlerden sorumlu olmayan- NATO Genel Sekreter Yardımcılığı ile terörle mücadele konusunda pek de tutulmayan sözler dışında bir kazanımı olamadı.
ASIL PAZARLIK KİMİNLE?
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği konusundaki “pazarlıkta” da, perde önünde bu ülkelerin PKK ve FETÖ terör örgütlerine hoşgörülü tutumlarını sorgulayan bir söyleme ağırlık veriyor AK Parti hükümeti.
Ancak arka planda asıl pazarlığın ABD’deki Biden yönetimi ile yapıldığı algısı hakim. Ankara’nın Washington’dan beklentileri –kişiselden, ülke güvenliğine kadar- geniş bir yelpazeye yayılmış durumda.
FETÖ elebaşının ABD’de rahatça ikamet etmesinden, Biden yönetiminin PKK terör örgütünün Suriye uzantısı PYD-YPG’ye verdiği desteğe; Türkiye’nin F-16 ya da F-35 alımından, seçim öncesinde Beyaz Saray’da Biden’ın Erdoğan’la vereceği samimi fotoğrafl ara kadar pek çok talep var masada.
Nitekim tam da bu yüzden Erdoğan, NATO üyeliğini görüşmek üzere Ankara’ya gelmek isteyen İsveç ve Finlandiya heyetlerine “boşuna zahmet etmesinler” derken, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nu Amerikalı mevkidaşı Blinken ile görüşmek üzere ABD’ye gönderdi.
YANLIŞ ÜZERİNE YANLIŞ
Ancak ne yazık ki pazarlık sürecinde yanlış üzerine yanlış yapıldığı da ortada; İlk yanlış toptancı yaklaşım; İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye ile ilişkileri aynı değil. Finlandiya Türkiye’nin AB üyelik sürecine en büyük desteği veren ülkelerden biri. Üstelik terör örgütlerine müsamaha konusunda İsveç’le Finlandiya’yı aynı kefeye koymak da mümkün değil.
Nitekim Erdoğan’ın, daha bu ülkelerin NATO üyeliği süreci resmiyet kazanmadan Fin mevkidaşı ile yaptığı telefon görüşmesinde “Ankara’nın Finlandiya’nın NATO üyeliğine sıcak baktığını” bizzat söylemesi de bu yüzden.
Ankara, eğer gerçekten İsveç’le teröre destek üzerinden pazarlık yapmak istiyorsa, buna Finlandiya’yı da katması elini güçleştirmekten öteye gitmez. İkinci yanlış pazarlığın kamuoyu önünde yapılması; Diplomasi kapalı kapılar ardında yapıldığında daha etkili olur. Gizlilik, pazarlık taraflarının masada attıkları geri adımların kamuoyuna yansımasını engeller.
Orta yol daha kolay bulunur, çoğu zaman iki tarafın da “kazanmasının” önü açılır. Ancak pazarlık bağıra çağıra yapılmaya kalkıldığında tarafların tutumları sertleşir, “kazanan” ve “kaybeden” arasındaki fark bir utanç kaynağı haline dönüşür. Nitekim AK Parti hükümetlerinin gerek Libya, gerekse Genel Sekreter çıkışlarında pazarlık masasında attıkları geri adımlar, hala dünya basınında yazılıp çizilmekte.
Üçüncü yanlış ortaya çıkan algıda; Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine karşı çıkarken, asıl “tehdit” olan Rusya’nın açıklamalarını, AK Parti hükümetinin durumunu iyice zorlaştırdı. Rus Lider Putin, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerinin “büyük fark yaratmayacağını” söyleyerek, bu genişlemeye Moskova’nın sert tepki vermeyeceğini açıkladı. Moskova’nın bile “olabilir” dediği genişlemede, tek engelin Türkiye olduğu görüntüsü ortaya çıktı. Daha kötüsü, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini istemeyen Rusya’nın –deyim yerindeyse- kendi ellerini kirletmeden, Türkiye üzerinden amacına ulaşmaya çalıştığı algısı oluştu.
Bu algı, Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan ülkeler tarafından kullanılmaya başlandı bile.
Erdoğan’ın “zahmet etmesinler” çıkışı Amerikan Kongresi’nde kaşların havaya kalkmasına neden oldu. Aynı dönemde Yunan Başbakanı Mitçotakis’in içinde Beyaz Saray ağırlaması ve Kongre konuşması da barındıran “ABD çıkartması” ile Amerikalı vekillere verdiği “Türkiye’ye F-16 satışına izin vermeyin” mesajı ise, daha bir can kulağı ile dinlendi.
Ortaya çıkan tablo, AK Parti’ni tam da “değerli yalnızlıktan” kurtulmaya çalıştığı dönemde içine düşülen yeni bir “yalnızlık”. Bu yalnızlık pahasına başlatılan pazarlıkta, terörle mücadele konusundaki olası kazanımlar ise, “megafon diplomasisi” nedeniyle zaten başından itibaren “olabilecek en aza” inmiş durumda. Geriye kalabilecek, “Amerikan Başkanı’yla kucaklaşan dünya lideri” imajı ise, bu ekonomik kriz içinde seçim kazandırmaya yeter mi?
Asıl soru bu.