İşin bir de şu tarafından bakın. Bir devlet üniversitesinde rektörsünüz. Fakültelerden araştırma görevlisi, doçent, profesör atamaları için kadro istekleri geliyor. Üniversite olarak karar vermeniz söz konusu değil. Karar veren makamlara meramınızı anlatmanız gerekiyor. Tam bu toplantıya hazırlanırken, üniversitenin personel ve öğrenci servisleri için gereken ödemelere üniversite bütçesinde imkân kalmadığını öğreniyorsunuz. Acil çözmeniz gereken bir sorun. Bu arada dekanı aradı; tıp fakültenizin radyoloji bölümünün hanidir isteyip durduğu cihazlar için bütçe ödeneği bulmalısınız. Buldunuz diyelim; ihalesi var. Hadi ihale aşaması geçildi ama bir süre sonra öğrendiniz ki ihaleyi kazanan firma batmanın eşiğine gelmiş; cihazı temin edemiyor. Bu arada, üniversitenin kanalizasyon sisteminin iflas ettiği haberini aldınız. İnşaat bölümü ile acil toplantı gerekiyor. Ama aynı zamanda filanca fakültenin falanca bölümünün düzenlediği bilmem ne konferansının açılış konuşmasını yapmalısınız. Bu arada devlet büyükleri ilinize geliyor; protokoldesiniz, karşılamada hazır bulunmanız lazım.
Çok parlak genç bir akademisyeni düşünün. Bol araştırma yapıyor. En saygın dergilerde makaleleri yayınlanıyor. Dünyanın dört bir yanından konferans davetleri alıyor. Böyle birisinin, bilimsel faaliyetlerini bırakıp yukarıda rastgele dile getirilen işlerin onlarca katı ile boğuşmasını ister miydiniz? Şimdi biraz yaşlandıralım bu akademisyeni. O artık deneyimli bir profesör. Eskisi kadar çok araştırma yapmasa da etrafında çok sayıda genç bilim insanı var. Onlara ışık tutuyor, araştırmaları için yeni sorular ortaya atıyor, yol gösteriyor. Bu hocamızı yukarıda değinilen işlerin başında görmek ister miydiniz?
Üniversitenize nasıl bir rektör isterdiniz? Sizi bilmem ama benim ilk aklıma gelenler şunlar: Çok iyi bir yönetici olmalı. İşbilen bir ekiple çalışmak istemeli. O işbilen kişileri seçecek yeteneğe sahip olmalı. Onlarla ortak akıl oluşturabilmeli. Vizyon sahibi ile ne kastediliyorsa öyle olmalı. Eser yaratma coşkusu ile dolu olmalı. Üniversitesini bilimsel açıdan hep daha ileriye taşıyacak adımların peşine düşmeli. Bu çerçevede Ankara’da bakanlıkların kapısını aşındırmaktan çekinmemeli, üşenmemeli. Üst düzeyde akademik kaygıyla kararlar alabilmeli. Eğitimin kalitesi hakkında ‘takıntılı’ olmalı; bu açıdan hiçbir ödün vermemeli, verenlerin gözünün yaşına bakmamalı. Üst düzeyde araştırma yapanları ödüllendirecek formüllerin peşine düşmeli. Üniversitesini bilimsel açıdan hep daha ileriye taşıyacak adımları tasarlamalı…
Uzmanlaşma diye bir şey var değil mi? Bazı öğretim üyeleri çok iyi eğitim verirler. Bazıları çok iyi araştırmacıdır. Bir de çok iyi yöneticiler vardır. Çok iyi eğitim vereni illa ‘araştır araştır’ diye, çok iyi araştırma yapanı ‘daha fazla ders ver’ diye, çok iyi yöneticilik yapabilecek olanı da ‘ama yayını da pek yok’ diye devre dışı bırakmanın anlamı olmasa gerek. Bir denge bulmak zor olmamalı. Liyakat sorunu öyle uç noktaya geldi ki basit konularda sağlıklı düşünmemiz giderek zorlaşıyor. Gecekondu doktora programlarının verdiği doktora derecelerini ve oralardan doktor unvanı alıp bir süre sonra güya profesör olanları ve dolayısıyla geleceğin öğretim üyelerini yetiştiren çarpık sistemi bıraktık, üniversite yöneticilerinin yayınları ve aldıkları atıflarla uğraşıyoruz.
Yıllar önce Merkez Bankası Araştırma Bölümü’nde ekonomist olarak çalışırken, zamanın yönetimi, Para Piyasaları Genel Müdürlüğü’nde çalışan (sonradan Başkan olan) bir uzmanla birlikte beni Japonya’ya göndermişti. Amaç, hem Japonya Merkez Bankası’nın hem de oradaki dünyaca ünlü bir yatırım bankasının araştırma bölümleri ile para piyasaları bölümleri arasındaki işbirliğinin nasıl sağlandığını incelemekti. Japonya Merkez Bankası Araştırma Genel Müdürü’nün söyledikleri hiç aklımdan çıkmaz: “Araştırma işinden hiç anlamam. Ama bu araştırmacıları nasıl çalıştıracağımı çok iyi bilirim.”