Tek boyutlu ajandayla hareket eden erkek işçiler servete yüksek bir vergi oranı –gelir dağılımı eşitliği- talep ederlerken, kadınların işin içine girmesiyle din faktörünün etkili olacağı –papazların etkisiyle- ve kadın işçilerin sınıfsal aidiyetlerinden farklı biçimde oy vereceklerinden korkuluyordu. Nitekim başlangıçta korkulan oldu ve mesela İtalya’da komünist işçilerin düşündükleri gibi bizzat kendi eşleri Hıristiyan Demokratlara oy verdiler. Kadın işçilerin politik ajandasında din boyutu çok ağır basıyordu ve işçi veya işçi eşi oldukları halde işçi partilerinin gelirin yeniden dağıtılması talebine kulak vermediler; kararlarında ekonomik boyut ağır basmadı. Ama sonradan kadınların da tercihleri ve davranışları değişti. 1960’larda kentli İtalyan kadınları belki sınıfsal değil ama özgürlükçü motiflerle oy vermeye başladılar.
Yine de birinci değişmez boyut her zaman ekonomiktir. Sınıf dayanışması önemli ölçüde bu boyuta dâhil durumda ve gelişmiş demokrasilerde vergiler, transfer harcamaları, sübvansiyonlar, teşvikler geliri yeniden dağıtıcı mekanizmalar olarak seçmen davranışının ekonomik boyutunu belirliyor. Veya yakın zamana kadar belirliyordu. İkinci boyutsa ekonomik olmayan, daha kültürel ve “değerlerle” ilişkili bir boyuttur. Bu boyut bazen demokratik haklar, bazen din, bazen etnik yaklaşımlar veya ırkçılık/ırkçılık karşıtlığı olarak ete kemiğe bürünebilir. Bu boyuta da kısaca siyasal kültür boyutu diyelim. Bu boyutun oluşturduğu eksenin bir ucunda otoriter eğilimler –daha fazla polis, muhalefetlere daha az tolerans vb.- bulunurken diğer ucunda özgürlükçü eğilimler bulunuyor. Ekonomik boyutun bir ucunda eşitlikçi eğilimler ve gelirin yeniden dağıtılması talepleri diğer ucundaysa muhafazakâr eğilimler ve gelirin yeniden dağıtılmasına karşı olmak yer alıyor. Aşırı sağı tipik olarak “otoriter/gelirin yeniden dağıtılmasına karşı” koordinatlarına yerleştirebiliriz. Radikal solu “özgürlükçü/eşitlikçi” hanesine koymak gerekiyor ama tabii pratikte bu pek de böyle olmadı. Özgürlükçü olmayan bir solun uzun süre ön plana çıkmış olması böyle bir yerleştirme önerisine muhalefet edilmesi sonucunu verebilirse de bu tip bir muhalefetin ne olursa olsun 1989 öncesi var olan etkisine bir daha sahip olması olası görünmüyor.
Bu söylenenler doğru ise, seçmen ajandasının N boyutlu varsayılması gerekli olmayacaktır. İki boyutlu bir ajanda gerçekçilik kaybına yol açmayabilir. Demek ki her zaman muhakkak en karmaşık ve gerçeğe en çok uymaya çalışan varsayımlarla çalışmak gerekmeyebiliyor. Daha önemlisi bir sosyal teorinin tanımladığı ideal tiplerin öz niteliklerini türev niteliklerinden ayırt edebilme kapasitesine sahip olmasıdır. Kanımca bir teorik lens ideolojiler arasındaki analitik ve bazen fonksiyonel denklikleri açığa çıkarabilmeli ve ampirik olarak gözlemlenebilirlik denkliğine sahip olan ideolojileri ve yapıları analitik olarak ayırt edebilmelidir. Örneğin ekonomik açıdan otarşi hangi ideolojik bayrak altında olursa olsun temelde aynı özelliklere sahiptir; dış ticarette devlet tekeli, sermaye giriş ve çıkışlarının kontrolü, ithal ikamesi, bir düzeyde planlama vb. Analitik bir ekonomik teori merceği değişik üst yapısal görüngüler arasında söz konusu eş yapıda olma durumunu saptayabilmelidir. Benzer şekilde politik rekabetin ekonomik eksik rekabetle eş yapıda olduğunu saptamak analitik bir politika teorisi için vazgeçilmez bir tutamak noktası olabilir.
Böyle bakarsak Hotelling-Downs-Black çizgisinin kendisini, metodolojik açıdan, kolaylıkla ve fazla karmaşık tezlere başvurmadan haklı gösterebileceğini görebiliriz. Klasik faşizmin bir Nash dengesi olarak görülmesi nasıl mümkün olabiliyor ve bu bakış formelleştirme olanakları sağlayarak nasıl yeni sezgilere yol açabiliyorsa demokrasiyi bir politik oligopol olarak görmek de benzer gelişmelere götürebilir. Kuşku yok ki bu gelişmeler koalisyon oluşumunu içeren oyun-teorik modellere uzanmalı ve formel yapılarla mukayeseli siyaset bilimi ve tarihi sosyoloji arasında daha yakın bir diyalog sürdürülmelidir. Demokrasi tam rekabet değildir; oligopol piyasasıdır.