Muş Ovası'nın ünlü laleleri artık geçmiş, onların renkleriyle kırmızı bir örtüyle kaplanmış olan ova bu kez yeşilin hâkimiyeti altına girmiş, baharın özel yeşiliyle ışıldamaya başlamıştı. Çevredeki dağların kaplayan karlar ise henüz duruyor, kartpostalları aratmayan görüntüler sunuyorlardı.
Manzaranın bütününü merak ettiğimden ovanın yeşilliği, dağların beyaz örtüsü, lalelerin kanayan renkleri ve masmavi gökyüzünün bir araya geldiği fotoğraflar gösterdiler… Hayranlıkla tek tek uzun uzun baktım hepsine…
Bunları yaşadım çünkü geçtiğimiz günlerde Alparslan Üniversitesi’nin düzenlediği Gastronomi Günleri nedeniyle adı "sulak, verimli otlak" anlamına gelen Muşa kelimesinden türetilen Muş’taydım. Urartu, Asur Med, Pers, Roma, Bizans, İslam-Arap, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin izlerini taşıyan kadim Muş’ta… Malazgirt Savaşı ve Alparslan ile özdeşleşmiş kentte…
Havası, suyu, dağları, yaylaları, Murat'ın ve Karasu'nun kolları, baharın gelinlik giymiş süslü ovası, az da olsa hâlâ açık olan laleleri, çiçekleri, 12 gözü bulunan 146 metre uzunluğundaki Murat Köprüsü ile beni büyüledi. Malazgirt ilçesiyle, Evliya Çelebi'nin Süphan Dağı mitolojisiyle, tepesinde büyük ve küçük Hamurpet Göllerini bulunduran Akdoğan Dağlarıyla, ormanı ve kudret helvasını barındıran Karaçavuş Dağlarıyla, Şerafettin, Bilican, Otluk ve Yakupağa Yaylalarıyla, tarihi cami, medrese, han, hamam ve kiliseleriyle, tabii ki misafirperver insanlarıyla Muş, beni kucakladı… Aklım orada kalarak döndüm…
Türkiye'nin en ağır kuşu unvanına sahip nesli tükenmekte olan Toy kuşlarının da hikâyelerini dinledim, azalan telli turnaların da…
Mevsimine göre doğanın yeşerttiği dev dağ mantarları, gülük, jağ, kengel, uçkun ve heliz gibi sofraların vazgeçilmezleri arasında yerini almış kendiliğinden yetişen otlar, paşa armutları, dev lahanalar, üzümler, kavunlar… O kadar çok tanıtılacak, anlatılacak ürünü var ki Muş’un…
Konuksever Muşlular, il mutfağının yemekleri arasında olan ayran aşı, lahana dolması, Muş köftesi, kaburga dolması, yumurtalı kenger yemeği, jağ yemeği, su böreği gibi lezzetlerin ancak bir kısmını ikram edebildiler, çünkü zamanım kısıtlıydı, sayılı günler çabuk geçti.
Cevizlidere Köyü'nde yetişen cevizler, kara kovan balları, tulum peynirleri, tereyağları, kaymaklar, yoğurtlar, pekmezler, cevizli sucuklar, pestiller de beni bekleyen lezzetler arasındaydı. Kurutma veya salamura gibi geleneksel saklama yöntemleri hâlâ kullanılıyordu… Turşular yalnız tuz ve su kullanılarak yapılıyordu.
Ancak, bir gerçek var ki geçirdiğim birkaç gün içinde en çok hüzün ve yalnızlığı hissetim bu çok göç vermiş kentte… Sanayisi gelişmediği için tertemiz havası ve suları, harika güzellikleri, gönülleri zengin insanlarıyla hayatımda unutulmaz izler bıraktı bırakmasına da yine de bir şey vardı; kent, iyi koşullarıyla yatırım yapacaklara kucak açmış bekliyordu. Anladığım kadarıyla özel sektör, yatırım konusunda isteksizdi; oysa Muş, çok şeyi hak ediyor… Kent ekonomisinde sanayi ve ticaret tüm sektörün yüzde 10'unu, hizmet sektörü ise yüzde 70'ini oluşturuyor. Bu rakamlar bile çok şey anlatıyor.
Muş izlenimlerimi başka yazılarımda geniş bir şekilde anlatacağım için Odak’ı, oraya gidiş nedenim olan gastronomi ile bitireyim: Anadolu’nun birçok kentinde olduğu gibi Muş’un da yerel yemekleri yöredeki restoranların menülerinde yeterince bulunmuyor. Konaklama tesisleri ve yatak sayıları çok düşük… Muş yerel mutfak kültürüne ait yöresel ürünlerin büyük çoğunluğunun il adına tescillenmemiş, yalnızca dört coğrafi işaretli ürünü var, bir yeme-içme kültür envanteri yok. Fakat önemli bir şey var, benim de hissettiğim umut sürüyor…