Ebru Döşekçi’den Ekrem Yalçındağ ve Burhan Doğançay’a… Haluk Akakçe’den Pablo Picasso’ya… Yıldız Holding’in adeta sanat galerisini andıran Çamlıca Kampüsünde buluştuğumuz Murat Ülker ile kendi tabiri ile ‘şifacı’ dediği sanatı, koleksiyonunu ve sanattan aldığı ilhamı nasıl iş fikrine dönüştürdüğünü konuştuk: “Ülker’in müzesi olabilir… Beklemede kalın.”
Pladis ve Godiva Yönetim Kurulu Başkanı, Yıldız Holding Yönetim Kurulu üyesi Murat Ülker ile buluşmamıza Yıldız Holding’in Çamlıca Kampüsü’ndeki sanat eserlerini görmek için hayli erken gittim. Eserlerin tümünü gördüğümü söylemem mümkün değil. Zira kampüste üç katlı sergileme binasının dışında, sanat eserleri ofis odalarında, koridorlarda, bahçelerde ve beklenmedik köşelerde karşınıza çıkıyor. Kampüse girer girmez sizi heykeltıraş Ebru Döşekçi’nin ‘Ülker Petit Beurre’ eseri karşılıyor.
Murat Bey sizi instagramdan takip ediyorum, bloğunuza arada sırada göz atıyorum. Yaşam felsefesinden araba ve deniz tutkusuna, sanattan gastronomiye ilgi alanlarınızın çeşitliliğine, bitmeyen merakınıza şaşırıyorum. Bu merak ve ilginiz hiç bitmeyecek gibi. Dünyada olup biten her şeyi kucaklamak, paylaşmak istiyorsunuz sanki. Bir nevi bilgeliğe ulaşmış olabilir misiniz?
Bilge olduğumu düşünmüyorum, tam tersi bilmem gerekenlerin çok olduğunu bildiğim için bu kadar okuyor, araştırıyor ve GOYA’lıyorum. Bir de etkileşimin gücünü de seviyorum. Bir konu hakkında bir şey yazıyorum, o konu hakkında ek bilgisi ya da eklemesi olanlar yanıt veriyor, böylece yeni kapılar açılabiliyor. Bir de tabii bu yazma ve paylaşma konusu beni okuma konusunda belirli bir disiplinde tutuyor. Yani konu bilgelik değil, bilgi ve öğrenme yolculuğu, hepimiz için olduğu gibi. Öte yandan meraklıyım evet, çocukluğumdan beri böyleydim. Aktardan aldığım malzemelerle barut yaptım mesela. Bahçemizde papaz eriği ağacına dadanan arılardan nasıl kurtulabiliriz diye deneyler yapmıştım, arılardan zor kurtardım canımı.
Bloğunuzda sanatın şifacı olduğu söyleminize rastladım. Neden böyle düşünüyorsunuz?
Sanatın hepimize iyi gelen şifa yönünden bahsediyorum, evet… Sadece şifacı değil öğretici de. Farklı pencerelerden bakmak için çok güzel bir fırsat. Sanatçılar duygularını, yaşamla ilgili dert edindikleri şeyleri bize eserleriyle aktarıyorlar. Ve ne muazzamdır ki herkes o eserde başka bir şey görüyor. Bu farklılıkları görmek bizim işimiz için de faydalıdır diyorum. Çünkü bisküvi, çikolata herkes için ama herkes dediğimiz de birbirinden farklı haliyle. Bu odada şimdi Fransa’da ya şayan Onay Akbaş’ın bir tablosu vardı. Adı Gelin Arabası. Oysa hiç alakası yok. Ben tabloya baktıkça farklı şeyler görüyorum. Gelen misafirler farklı görüyor. Demek ki sanatçı ne çizerse çizsin herkes ayrı şeyler düşünüp, sevebiliyor. Bu tablo bana bisküvi üretimi için fikir verdi. İmalat, satış yaptığım yerlerde 4 milyarı aşkın insan yaşıyor, potansiyel tüketicilerimiz. Demek ki hepsinin hoşuna gidebilecek şeyler yapmam gerek diye düşündüm. Modern sanatla bunu idrak ettim, kendimi geliştirdim.
Peki, sanatı çocuklara nasıl tarif edersiniz?
Sanatı bir çocuğa nasıl anlatırım düşüneyim ama baştan söyleyeyim sanatı çocuğa benzetebilirim. Sanat aslında dışa vurum… Duygularını ve düşüncelerini dünyadaki herkese açma biçimi; çocuklar gibi bu noktada. Çocuklar da kendilerini bizim gibi “ehlileşmiş” olarak değil, olduğu gibi ama ortak lisandan çok kendi dillerin de ifade ediyorlar. Torunum Kerim’le vakit geçirirken bunu daha da iyi anladım, son dönemde. Çocuklar sanatı çizerek, boyama yaparak denemeliler. İçinden ne geliyorsa çiz veya hadi beraber çizelim denmeli. Bizim evde öyle yaptık. Sanat, çocuklara estetik duygusu veriyor bu çok önemli. Aslında babam da beni resme teşvik etti. “Ambalaj için desen, grafik çok önemli, bunları anlaman gerek” dedi. 14- 15 yaşların da yazları ofisine gidiyordum. Üst kattaki yazıhanesinde piyasadan bir grafiker geliyor, bana ders veriyordu. Kağıt, kara kalem veriyordu. Kapının arkasına as tığım ceketi göstererek bunu çiz diyordu. Nasıl olur filan derken baktım çiziyorum. Yavaş yavaş estetik anlayışım oluştu.
Koleksiyoner olmadığınızı, hoşunuza gideni aldığınızı söylüyorsunuz. Bir sanat eserinde sizi en çok ne çeker? Hat eseri ya da güncel sanat ya da arkeolojik bir eser? Bu alanlarda üretilen sanat eserlerinin her biriyle kurduğunuz bağ farklı mıdır?
Tam da burada bahsedeceğim ne denle koleksiyoner değilim, koleksiyonerlik belli bir disiplin ve çerçeve içerisinde olur. Ben, baktığımda bağ kurabildiğim eserleri, eğer denk düşerse koleksiyona katmayı seviyorum. Bu da bana çağrıştırdığı bir anı, geçirdiği bir his ya da duyguyla başlıyor. Onu görmeye devam etme isteği yani… O yüzden belli bir aritmetiği yok. Hepsi benim için kıymetli. Düşünsenize siz, ben, hepimiz gideceğiz onlar kalacaklar… Biz onlara bir süre geçici ev sahipliği, bir nevi bekçilik yapıyoruz yani. Bundan yıllar sonra da insanlar yine onlara bakmaya devam edecek, üzerine düşünecek… O yüzden geçiciliğimizi de hatırlatmak için iyi bir yol, sanat eserleriyle çevrili olmak.
Sanatçılarla yakın bağlar kuruyorsunuz. Refik Anadolu Los Angeles’da ziyaret ettiniz, aramızdan ayrılan Haluk Akakçe’yi ara ara ziyaret ederdiniz. Ebru Döşekçi ile bir söyleşinize rastladım. En çok sanatçıların yaratma ve üretim süreçleri mi ilginizi çekiyor?
En çok üretme süreçleri diyemem. Sanatçıların iç dünyaları bizden başka türlü zenginliklerle dolu ve onlarla sohbet etmeyi, onların gözlemlerini ve yolculuklarını dinlemeyi seviyorum. Benim gündelik dünyamdan farklı bir akışları var, buna bir çeşit mola diyelim ve benim için iyi oluyor. Algı ve duygu geliştirme jimnastiği diyebiliriz bir nevi… Zaten farklı bakış açılarını görmek her zaman güzel ve besleyici. GOYA’lar da bu yüzden çok önemli meselâ, kurum kültürümüze de yerleşti.
En yakın bulduğunuz sanatçıyı sorsam bir cevap alabilir miyim?
Öyle bir şey söyleyemem açıkçası, sanat yoluyla tanışıp dost olduğum insanlar tabii ki var ama sanat çerçevesinde söylüyorsak, malum biliyorsunuz bizde eserlerin yerleri bile kalıcı değil. Herkes istediğini alıp odasına asıyor, dönem dönem bunlar değişiyor.
Bu arada blogunuzda Ebru Döşekçi ile söyleşi yaptığınızı gördüm. Gazeteciliğe de heves ettiğinizi fark ettim. Gazetecilik yapmak ister miydiniz?
Hayır, böyle bir hevesim yok. Arada böyle röportajlar oluyor çünkü ben sanat yazıları yazarken kendi gözlemlerimi aktarıyorum ama bazen sanatçının kendini doğru dan aktarmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Ebru Hanım o sergisinde Sophie Calle’den esinlenerek insanları rastgele takip ettiği ve eserlerini bu çağrışımlar üzerine hazırladığı bir sergisinden bahsediyordu. Bunu onun ağzından dinlemek gerekliydi, maceralı ve kendine münhasır bir üretim süreci olmuş zira.
Yurt dışı sergi ve müze ziyaretleri kaçıncı sırada gelir?
Her zaman bir sıraya koymaya çalışıyorum ama son sırada olduğu için bazen yetiştiremiyorum, dönüyorum. Öncelik iş görüşmelerinde. Ama seyahate çıkmadan önce mutlaka programıma alıyorum müzeleri. Tatil olsun, iş ol sun, GOYA planlarımın hep bir parçasıdır. Sanat GOYA’ları da zaman ayırmayı önemsediğim bir husus. Bir keresinde New York’taki MET Müzesi’ne ziyaret planlıyordum. Tam o gün kapalıymış. “Ne yapacağız ertesi gün dönüyorum” dedim yetkililere. Açtılar müzeyi. Gerçi hayli gürültülüydü, temizlik yapılıyormuş.
Bu arada MET eylülde İstanbul’a geliyor ve ekip sizi ziyaret edecekmiş. Nereyi gezdireceksiniz?
Evet geliyorlar. Tam Kurban Bayramı döneminde gelmek istediler. Tabii vazgeçirdik. Geldiklerinde sorarız nereyi gezmek istiyorlarsa oraya gideriz. Bu arada şöyle bir şey ilave etmek istiyorum. Bizde şöyle bir adet var: Dünyanın neresinde olursa olsun çalışanlarımız bizim katalogda gördüğü bir eseri ofisine koyabilir. Buna tek engel resmi merciler. Mesela Abidin Dino’nun çizimlerini İngiltere’ye göndermek istedim. İzin vermediler.
İstanbul’da İBB’nin peş peşe açtığı sanat mekanlarını, müzeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin bir Paris, New York, Londra, ya da Kore (sanatın yükselen yıldızı) karşılaştırınca İstanbul’un sanatta daha çok yol alması gerektiğini düşünüyor musunuz? Bunun için ne yapmak gerekir?
İBB sanat konusunda doğru şey er yapıyor. GOYA Sanat ile Feshane’ye gittim geçenlerde. Etrafıma bakıyorum! Her kesimden her yaştan insanlar var. Gençler çoğunlukta... Demek ki gençlerin böyle bir talepleri var. Sanat adına hepimize görev düşüyor. Kimimiz giderek, görerek ve gördüklerimizi çevremize anlatarak, kimimiz bundan farklı katkılarla... Mesela, bizden bir örnek verecek olursam; Türk sanatı için bir cam tavanın kırılması örneği Burhan Doğan çay’ın o dönem rekor bir fiyatla alınmasıydı. Böylece Türk sanatçıların eserlerinin piyasa değeri de değişmiş oldu. Ne mutlu ki buna vesile olabildik. İstanbul ile ilgili sorunuza gelince, şehrimizin bu saydığınız merkezlere göre misli misli yol alması gerek. Ama olacak inanıyorum.
Koleksiyonunuzda kaç eser var?
Bugün sanat koleksiyonumuzdan üç başlıkta söz edebiliriz: İslam eserleri, resim ve çağdaş sanat, arkeolojik eserler... İslam eserlerinde 487 eser, resim çağdaş sanat koleksiyonunda 800 civarı eser ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’ne kayıtlı 674 eser var. Arkeolojik eserlerin 350 kadarını kronolojik sırayla sergiliyoruz. Bu eserler Çamlıca Kampüsümüzde her zaman her kese randevu ile açık. Konuşan Yazılar sergimiz vardı mesela, Bursa, Konya, Edirne, Ankara’da sergiledik, sergilemeye de devam ediyoruz. Yine Türk sanatçılar dan bir seçkiyi Londra’daki pladis Kampüsümüzde sergiliyoruz, gelenler görsün, tanısın diye.
Günün birinde bir Ülker Müzesi görecek miyiz? Olabilir, neden olmasın?
Ama bizim böyle bir sanat iddiamız yok, yaparsak Ülker’in müzesini yaparız. Sürprizler olabilir, beklemede kalın…
Yazılarınızda rastladığım GOYA terimini sizin ağzınızda duymak isterim. GOYA’lamak nedir? GOYA Art nedir tarif edebilir misiniz?
Bizim kurum kültürümüzde kısaltmalar, akrostişler sıkça vardır. Hap halinde kendimize mottolar belirleriz. GOYA da bunlardan biri, oldukça da önemli. Açılımı “gez, oturma yerinde artık” demek. Yıldız Holding olarak 98 farklı pasaporta sahip 80 bin çalışanımız var, 5 kıtada 4 milyar insana ulaşıyoruz, 100’den fazla ülkeye ihracat yapıyoruz. 21’i yurt dışında olmak üzere toplam 46 fabrikamız var. Bu da demek oluyor ki hem içerideki ahengimiz, hem de topyekûn iş başarımız için her yerden olabildiğince haberdar olmamız gerekiyor. İnsan dediğin asgari müşterekte buluşan ama her biri farklı bir dünya. Dolayısıyla her mahallenin kültürüne, her şehrin havasına uygun hareket etmek işimizin vazgeçilmezi. Zaten oturduğun yerden dünyayı anlamak da ilginç olurdu. O yüzden oturmuyoruz ‘GOYA’lı yoruz. Sanat ‘GOYA’ları ise uzun yıllardır kurum kültürümüzde var, yönetimden ya da ilgisi olan arkadaşlarla sergileri, galerileri geziyor ardından da yemekte kim ne düşündü sohbet ediyoruz. Her seferinde o masa etrafındaki insanların bile nasıl farklı düşündüğünü, hissettiğini görmek bence mühim ve işimiz adına da kıymetli bir hatırlatma bizlere. GOYA’nın İngilizcesi ise şöyle: G et Out There O bserve + Own It Y ou Provide Feedback A chieve Our Goals