Geçen hafta önemli ekonomistlerden ve 1999 İsveç Merkez Bankası ödülü (İktisat Nobeli) sahibi Robert Mundell vefat etti. Kendisinin Marcus Fleming ile ayrı ayrı ama eş zamanlı olarak ortaya koyduğu ve IS-LM olarak bilinen Hicks’in kapalı ekonomiler için geliştirdiği modelinin açık ekonomilere uyarlaması olan Mundell-Fleming modeli bugün tüm ekonomi lisans derslerinde öğretilmekte. (Keynezyen model olarak bilinen Hicks’in modeli aslında Keynes’in fikirlerinin kötü bir çarpıtmasıdır, ama bu tartışmaya şimdilik girmeyelim.)
Mundell-Fleming’e göre sermaye hareketlerinin serbest olduğu açık bir ekonomide aynı anda hem faizleri, hem de döviz kurunu kontrol etmek mümkün olmamaktadır. Trilemma veya imkansız üçleme de denilen bu fikrin mantığı basitçe şöyle: Eğer örneğin ekonomik aktiviteyi canlandırmak için yerel para üzerindeki faizler denge seviyesinin altında tutulursa, yerli ve yabancı yatırımcılar yerel paradan kaçacaklar ve bu da paranın hızla devalüe olmasına (kurun kontrol edilememesine) neden olacaktır. Yok, eğer kur sabit tutulmak istenirse, bu sefer de yerel faizler dalgalanmak (ve cari enflasyon ve ödemeler dengesi durumuna uyumlu bir seviyede dengelenmek ) durumunda kalacaktır. Türkiye ekonomisinde son 2 senedir yaşananlar esasında Mundell- Fleming modelinin ispatı niteliğinde. (Bilmiyorum Mundell bu ileri yaşında Türkiye ekonomisini takip ediyor muydu? Ancak son 2 senedeki gelişmeleri takip ediyor idiyse teorisinin bir kez daha ispatlandığının hazzını yaşamış olmalı! Biz ise iktisada giriş derslerinde öğretilen bu teorinin göz göre göre gelen sonuçlarını yaşadık doğrusu.)
Bilindiği gibi 2019’da politika faizleri ve buna paralel olarak (özellikle kamu bankaları vasıtasıyla) piyasa faizleri fiili ve beklenen enflasyon oranının altına indirildi. Bunun üzerine yerli ve yabancı yatırımcılar hızla dövize dönmeye başladı. Bu noktada Merkez Bankası TL’yi savunmak amacıyla açıktan döviz satmaya başladı. Ancak zaten ilk başta bile düşük bir seviyede olan döviz rezervleri hızla azalmaya başladıkça, Türkiye’nin risk algısı da kötüleşti ve çıkışlar daha da hızlandı. Bu süreçte bugünlerde çok sözü edilen “kayıp 128 milyar dolar” durumuna geldik. Sonuçta, Hazine bakanı ve MB başkanı değiştirilerek politika faizleri piyasanın istediği seviyelere getirilmek suretiyle döviz kurunda bir stabilite sağlanmış oldu. (Daha sonrasında olanlara ise olası nedenlerini sorgulayan bir yazı yazmış olmama da rağmen gene de dönüp geriye baktığımda rasyonel bir açıklama getiremiyorum!) Bu hafta ekonomi dünyasının diğer bir kaybı da John Williamson’dı. Onun literatüre en meşhur katkısı ise İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların özellikle 90’lı yılların başından 2008 küresel krizine kadar gelişmekte olan ülkelere yönelik politikalarını Washington Uzlaşısı (consensus) tabiriyle adlandırarak somutlaştırması olmuştu. Tabii ki bu uzlaşı hiç bir zaman yazılı bir doküman olmadığı gibi sadece kreditör kuruluş ve ülkeler açısından bir “uzlaşı” niteliğindeydi. Borç alanlar açısından ise bunlar çoğu zaman kendilerine dikte ettirilen acı reçetelerdi. Bu uzlaşının başlıca maddeleri şöyleydi: 1-Bütçede kemer sıkmak, 2- Yatırımları teşvik etmek ve vergi tabanını yaymak amacıyla vergi oranlarını düşürmek, 3-Faiz hadlerini serbest bırakmak (finansal liberalizasyon), 4- Dış ticaret serbestisi, 5- Özelleştirme, 6-Deregülasyon, 7-Mülkiyet haklarını güçlendirmek. Her ne kadar bu “uzlaşı” sol iktisat çevrelerinde haklı bir şekilde yıllardır yerden yere vurulmakta ve hatta dolaylı bir iktisadi sömürü mekanizması olarak görülmekteyse de, Williamson bu tabiri bir eleştiri olarak değil, çoğu maddesine kendisinin de katıldığı bir yaklaşımın özeti olarak ortaya atmıştı.
İlginç bir şekilde Washington konsensüsünün finansal liberalizasyon konusundaki yaklaşımı esasında Mundell’in modelinde tanımladığı açık ekonomiyi ve dolayısıyla de açık ekonominin getirdiği kısıtları da kabul etmek anlamına geliyordu. Nitekim uluslararası kuruluşların da baskısıyla Özal döneminden itibaren Türkiye konvertibiliteyle birlikte böyle bir açık ekonomi modeline geçti. Geçti geçmesine ancak böyle bir modelin getirdiği kısıtları bir türlü anlamadı veya anlamak istemedi. Bu nedenle de başı krizlerden bir türlü kurtulmadı, kurtulamadı.