Cumhuriyetimizin 100. yılına giriyorken, gündem aklıma 50. Yıl Marşını getirdi.
“Müjdeler var yurdumun toprağına taşına…” diye başlayan, sözleri Bekir Sıtkı Erdoğan’a, bestesiyse Necil Kazım Akses’e ait olan marşı. Onuncu Yıl Marşı kadar değilse de, anlamlı ve güzel bir bestedir.
“Gündemle ne alakası var”, demeyin. Bu ara “müjde” üzerine “müjde” veriliyor bize. “Müjde” yoksa, illa müjdenin iç gıcıklayan, gıdıklayan, merak uyandıran “teaser”ı var. Haftaya bu sinemada kabilinden…
Bir zamanlar ne demişti Sayın Bülent Arınç? “Kurban olduğum Allah, verdikçe veriyor”! Üstelik o 2011 senesinde söylediğinde bu sözler kimi makamlara üst üste arkadaş çevresinin yükseliyor olmasıyla alakalıydı. Daha ziyade şahsiydi. Şimdinin “müjde”leriyse memleket çapında, hepimize…
Gün geçmiyor ki bir yerlerde bir doğal gaz kaynağı, bir petrol yatağı bulunmasın. Yedi düvelin kıskanmaktan çatladığı bir teknolojik hamle yapılmasın. Uzaya da gidilecekse biz gideriz, nadir toprak elementleri de bulunacaksa biz buluruz…
Aslında “müjde”cilikte süreklilik esas! Eylül 2004’te Akçakoca açıklarında bulunan ve o “yılın sonuna kadar karaya çıkarılacağı” söylenen doğal gaz keşfinden bu yana sürüyor “müjde”ler. “Müjde fırtınası” içerisinde sallan yuvarlan geldiğimiz noktada bizi kıskanmaktan bir hal olan Almanya, bütün çabasına rağmen, 2022 enflasyonunu ancak %7,9 seviyesine taşıyabilirken, biz seneyi %64,27 ile bitirdik. Kolay değil sekiz kat fark, sekiz kat tat… Üstelik bu TÜİK’in açıkladığı. Başkalarına sorsanız farkın 17,5 kata kadar çıkması mümkün. Ne diyeyim? Yetkililerimiz, “Almanları daha da fazla utandırmanın alemi yok”, diye düşündüler sanırım(!)
Bir “teaser” da ben attırayım. Aynı anda, maalesef, aynı yerde: TCMB rezervleri, yaklaşık 14,5 milyar dolar mertebesindeki Hazine mevduatını hariç tutarsak, eksi 67 milyar dolar. Üzerine, Türkiye 2022 yılında kayıtlı tarihteki en yüksek dış ticaret açığını verdi. Kayıtlı tarih derken, TÜİK dış ticaret verileri 1996’dan bu yana gösteriyor. Ancak, ekonomide ihracata dayalı büyüme modeline geçişimizden 1996’ya kadar gerçekleşen dış ticaret rakamlarını düşünürsek, bu “kayıtlı tarihin” pratik olarak “tüm zamanlar” anlamına geldiği de açık. Öyle ki açık neredeyse 2003 yılının dış ticaret hacmine eşit. Bu esnada ihracatın kilogram değeri yaklaşık bir doların altında. (Dedikodu gibi olmasın ama, laf aramızda, Almanya’da ihracatın kilogram değeri 3,78 dolar. Almanya’nın rezerv rakamı da 37,3 milyar dolar artıda. Ama rakam çok önemli değil bu ülkenin özelinde. Zira, Euro basabilen bir ülkeden bahsediyoruz. Rezervlerini kendi para birimi cinsinden tutmak imkânı var.)
Tüm ortodoksi heterodoksi tartışmaları ve hatta “epistemolojik kopuş” ile ivmelenerek kara deliğe doğru çekilen ekonomimizin hali bir yana aklımı kurcalayan basit bir soru var: Teknoloji alanında “müjde”lenen “yerli ve milli” ivmelenişin, yüksek teknoloji üretimi bu kadar düşük bir ülkede ne kadar “yerli” olabileceğini merak ediyorum. Münafıklık olsun diye değil. Vallahi mantık sorusu. Çünkü, yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayisi ürünleri ihracatımız içindeki payı %3,1. Mantık gereği bu böyle oldukça bizim ihracatın kilogram değerinin artması pek kolay olmadığı gibi, üretmediğimiz dolayısıyla ihraç edemediğimiz yüksek teknolojinin yoğun şekilde kullanıldığı kompleks ürünleri yerli olarak üretmeniz de pek mümkün değil sanki? Dünya ülkelerini ihraç ettikleri ürünler temelinde üretim altyapılarının karmaşıklığına göre sıralayan endekslerde 41. sırada olan bir ülkenin, henüz 4. nesil savaş uçağı üretmeden, nasıl olup “yerli” imkanlarla 5. nesil uçak üreten 5 ülkeden birisi olabildiğinin mantık dizgesini izlemek de kolay değil. İngiliz BAE Systems’la 2017’nin Ocak ayında yapılmış anlaşma bir miktar açıklama getirici nitelikte belki ama bu da çok önemli değil. “Müjde”ni ye, bağını sorma…
Zaten “müjde”lerimizin büyük bir bölümü üretimden ziyade, Orta Doğu coğrafyasında yaygın, hidrokarbon kaynakları ticaretinden doğan servete bağımlı rantiye devlet olmak hevesine sesleniyor. Ancak, kaynakların gerçek büyüklükleri bir yana, “müjde”lenen toplamları dahi maalesef buna yetecek gibi değil.
Tüm bunlar da bir yana “müjde”mizi isteyip bundan payımızı aldıktan sonra rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Muhtemeldir ki tarihin hiçbir döneminde belli ve sınırlı bir coğrafi alana bu kadar kısa bir zaman diliminde bu kadar “müjde” gelmemiştir. Hakikaten, yüce Allah verdikçe veriyor! Rastlantı bu ya; hepsi de seçime giderken gerilen sinirlerimize iyi gelmek için sıraya girmiş, hizalanmış bu tarih aralığına sıkışmış. Oturup, TÜİK karşılaştırmalı olarak metrekareye veya dakikaya düşen “müjde” miktarı istatistiği açıklasın diyecek halimiz yok. Tevâfuk işte…
“Müjde”miz gelmiş, tutamıyoruz!
“Müjde” Türkçe bir kelime değil. Farsça kökenli. Fakat kanaatimce dilimizi zenginleştiren bir kelimedir. Malumunuz anlamı “iyi, sevindiren haber”. Ve yine malumunuz “müjde” mucize değil. Bu da bir sıkıntı bana sorarsanız! Zira, yukarıdakilerin hepsi bir yana, bugün yürütülmekte olan ekonomi yaklaşımıyla memleketin işi “müjde”yle çözülür mü emin değilim. Sanki bize “müjde”den ziyade mucize lazım! Akıl yoluyla açıklanamayan, doğaüstü, olağanüstü bir şeyler…