Dijital dünyanın insan kaynağı şu anda üzerinde en fazla konuştuğumuz konu. Muazzam teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklar ile sanayi toplumunun ötesine geçmek için STEM becerilerine sahip yeni bir işgücüne ihtiyaç olduğu söyleniyor. Netflix’in NEXT etkinliğinde Halit Ergenç’in soruma verdiği yanıt “+A” kısmına daha fazla odaklanmamız gerektiğini hatırlattı.
Bir dönem insan kaynağı ile dijitalleşmenin kesişme noktasında STEM+A’dan bahsederdik. Son dönemde bunun bilim, teknoloji, mühendislik ve matematikten oluşan STEM kısmına daha fazla vurgu yaparken sanatı içeren +A kısmını çok fazla gündeme getirmiyoruz. Benim bu köşede kimi zaman tamamen sanatçılara odaklandığım yazıları hariç tutuyorum.
Sanatın ve tabii ki zanaatın dijitalleşmede oynaması gereken çok önemli bir rol var. Sanayi toplumu, seri üretime olanak tanırken herkesin aynı şeyi tüketmesini sağlayacak arz kapasitesini yaratarak iyi ve kötü bir şey yaptı. İyi olan aynı şeyi tüketenler için tüketim ürünlerinin fiyatları daha erişilebilir hale geldi; arz ile talebin buluştuğu, kesiştiği noktada oluşan fiyatın, yüksek tüketimde genel giderlerin maliyet içindeki payını aşağı çekme etkisi büyük ölçekte fiyatı daha düşük tutmaya imkân tanıyordu. Bu, daha fazla üretme ve daha fazla tüketmeye dayanan bir döngü oluşturdu. Hâlâ bunun etkisi altındayız ama sistemi de çok anlamış değiliz.
Örneğin, finansçı arkadaşlarla sohbet ederken Türkiye’de enflasyonun düşmesi için tüketimin artırılması gerektiğini söylediğimde boş bakışlarını yüzüme doğrultuyorlar. Türkiye’deki enflasyonun sürüm düşürüldüğü için üretim maliyetlerinin yüksek kalmasından kaynaklandığını anlatmaya çalışmanın bir anlamı olmuyor. Hâlbuki tüketimin arttığı ve paranın dolaşım hızının yükseldiği bir ortamda enflasyonun daha kolay düşürülebildiğini anlamak çok zor değil. Ekonomi yönetiminin en tepesine kadar kimsenin mühendis gözüyle rahatça saptanabilen bu denklemi anlamaması beni şaşırtıyor. Bu ekonomik saptamayı şimdi sanata dökmeye çalışayım ve yapay zekâyı kullanarak senaryolaştırmayı deneyeyim.
Kerem, sabah kalktığında evde su kalmadığını anlar. Aslında az bir şey vardır ama yeni bir 10 litrelik pet şişeyi eve taşımanın zamanı geldiğini düşünür. Yazısını sabah saat sekize doğru bitirdiği için marketten suyu rahatça alacaktır. Eskiden bakkalları korumak adına saat 10:00’da açılan marketlerin açılış saatleri önce 9:00’a ve sonra da 8:00 çekilmiştir. Asgari ücretle çalışan part time ya da Türkçesiyle yarı zamanlı elemanlar bu modelde haftanın birkaç günü çalışarak işlerin dönmesini sağlamaktadır. Barkod okutarak ekranda görünen rakamı tahsil etmek zaten esnaflık da değildir; müşteriyi tanıma gibi bir beceri de gerektirmemektedir. Upsell ya da cross-sell mantığıyla fazladan bir şey satmak için de “kasanın arkasındaki indirim raflarından bir şey ister misiniz?” sorusu yeterlidir. Dijital ekonominin sağladığı kişiselleştirme olanakları burada insani ilişki düzeyinde bir anlam taşımamaktadır. Telefondan sipariş verirken olduğu gibi ödemenin öncesinde ekranda bir teklif göstermek kadar makine öğrenmesi eksenli bir çözüm, insan ilişkilerinin yerini almıştır. Zaten mesele de, daha önce tadı için tercih ettiği Erikli suyun fiyatının 10 litresinin fiyatı 90 liraya çıktıktan sonra aynı derecede sevdiği Saka suyun 59,50’lik fiyat avantajından faydalanmaktır. Çayda kullandığı ve içince de içini ferahlatan Hamidiye için başka bir markete girmek gerektiğinden o tercihten –fiyat avantajına karşın- uzaklaşmıştı. Çocukluğunda suyu musluktan içtiklerini hatırladı. Su kesintileri kurşun boruların içinde toprak birikmesine –su kesilip yeniden geldiğinde akan sarı suyun etkisi- ve bu durumun boruların içinde çürümeye kadar uzayan etki yaratması musluk suyundan uzaklaşmanın başlangıcı olmuştu. At arabasında gelen damacana su ve arkasından 5 litrelik cam şişelerde gelen Taşdelen suyu bardağa dökülerek içildiğinde susuzluğu almakla kalmıyor; ağızda da tat bırakıyordu. Rahmetli babası “sana meyve suyu alayım” diye dönemin inovasyonunu ailesine yansıtmaya çalıştığında bilmiş velet haliyle “suyun tadı başka” demişti. Hala gücü yettiği için eve taşıyabildiği 10 litrelik suyla geçerken camda oturup sokağı seyreden bir komşusu “Tabii sen gençsin, benim yaşıma geldiğinde bunları taşıyamıyorsun” dedi. Emekli maaşlarından asgari ücrete kadar birçok konuya girmek mümkündü. “Kahvaltı edeceğiz, şu suyla ekmeği eve yetiştireyim” diye bu sohbeti pas geçti. Yoksa yükselen kiralar ve ev sahibine daha fazla yük olmamak için verdiği taşınma vaadine geçeceklerdi. “Kiralar çok yükseldi. Ben hayatım boyunca bu evde oturdum ama ev sahibine de ayıp. Yan apartmanda bir daireyi 24 bin liraya kiraya verdiler; ben emekli maaşımla onu nasıl ödeyeyim?” diye uzayan bir sohbeti daha önce yapmışlardı. Kendisine genç diyen kişinin 74 yaşında olduğunu ve 56 yaşından oraya çok uzun süre kalmadığını düşündü. Kendisi o yaşa geldiğinde böyle hikâye anlatacağı kimse de olmayacaktı. Zaten mahallede eskilerden 10 kişi kalmıştı. Onlar da yaşlıydı. Çocukken mahallede oynadıkları köpekler bile artık tarih olmuştu. Elindeki 10 litrelik suya baktı. “Ne komik” dedi kendi kendisine, “Hemen her gün şöyle bir pet şişe taşıyorum ama bunu taşıyan koca vücudumun işlemesini sağlamak için sadece bunun neredeyse yarısı kadar kan yetiyor.” Şebekenin önemini anladı. Kendisinin zaman, üreticinin ekonomik maliyet ve aradaki zincirin tedarik ve stok maliyeti olarak altına girdiği ağırlığı fark etti. “Şebeke kurmak lazım” dedi. Enflasyonu da böyle düşürebileceğini fark etti.
Şebeke adlı dizimin ilk bölümünün sinopsisiyle böylece tanışmış oldunuz. Uzun göründüğünün farkındayım. Ancak Bir Cumhuriyet Şarkısı filminde, Özsoy operasının 26 günde bestelenmesini sağlayanın Gazi Mustafa Kemal’in akışını yazması ve bunu gerçekleştirecek ekibi kurması olduğunu atlamadıysanız, bazı şeylerin uzun yazılmasına katlanmanız gerektiğini görürsünüz. Ya da Netflix’te gösterilecek Masumiyet Müzesi’nin çekimleri sizin kapınızın önünde yapılsa ve 10 saniyelik dış çekim için ne kadar çok insanın çalışıp set kurduğunu görseniz, sistemi iyi anlayıp kurguyu iyi yapmanın nasıl bir liderlik sorumluluğu olduğunu idrak edebilirsiniz. Dijital dünyada başarılı bir iş için bunu sürekli versiyon yenileyip yeniden ve yeniden kurgulamanız gerekiyor. Netflix’te daha ilk yılında olan Halit Ergenç’e dijital ekonomi kurgusunda başrol vermemin nedeni birkaç cümlede soruma verdiği yanıtla bütün bu süreci gün ışığına çıkarmış olması.
Sorum, benim çocukluğumda Dallas dizisini izlerken her yaş grubundan insanın diziyle veya içindeki bir karakterle duygusal bağ kurması üzerineydi. O zamanlar bize misafirliğe gelen birileriyle anne-babamın sohbetinin Dallas ile birlikte kesildiğini hatırlıyorum. Pazar akşamı herkes diziye odaklanırken bir yerde ağırbaşlı ve yaşlı bir teyzenin kendini tutamayıp “Allah belanı versin be JR. evladım” dediğini hatırlıyorum. Bu bağ artık yok. Evde en son Lilly Pöet’in hikayesini izledikten sonra eşim “Erkekler kadınların gelişmesini hep engellemiş” deyip bizim cinse saydırdı. Ben Sinner’ın ağır etkisi altında kaldıktan sonra, özellikle üçüncü sezonun etkisiyle insanların bir toplumda birbirlerine yaptığı kötülüklerin çözümlendiği noktada toplumsal uzlaşmanın koşullarının ne olabileceğini düşündüm. Ancak o teyze kadar samimi bir tepki oluşmadı; hep çok entel noktalarda kaldık.
Örneğin bu yazıda size bunları yazarken aynı zamanda evimizin kedisi Külhan ile uğraşmak zorundayım ki bambaşka bir konseptte akıyoruz. Kendileri benim bilgisayar başına geçtiğimi görünce bacaklarımda tırnaklarını geçirerek esnedikten sonra en ince sesiyle içimi burkarak mamasının durduğu dolaptan yeni mama sevk etmemi sağladı. Mama kabında mama olmasına karşın bu ritüeli gerçekleştirmeden işime geçmem mümkün değil. Bugün İstanbul’da herhalde fırtına var ki alışık olmadığı sesleri keşfetmek için camı açtırdı. Evin içinde rüzgâr esti, bir anda dondum. Beyefendi hazretleri bu rutinler gerçekleştikten sonra arka ayaklarını sağ ayağıma dayayıp uyudular. Sağ ayağımı oynatamadığım için parmaklarım uyuştu ama yazının bitmesi lazım. Durum buna benziyor: dijitalleşme yazıyoruz ama aslında bambaşka bir hayatın içindeyim ve hem yazıma hem Külhan’a konsantre olarak yaşıyorum.
Bu hayat, önünüze ne geleceğini bildiğiniz hamburgerci sisteminden çok farklı. Orada kedi sizsiniz. Rutininizi gerçekleştiriyor ve standart bir ürünle tatmin edildiğinizde süreciniz tamamlanıyor. Zaten ödemeyi de daha ürün hazırlanmadan yapıyorsunuz ve tepsinin içinde gelen ürünü tüketiyorsunuz. Bu kurguda, yediğiniz ürünün tadının damağınızda kalması ve “Ustam, bir çeyrek daha alayım” diye mühürleme süreci yok. Çırağın sizin oturduğunuz masaya kâğıda sarılı bir çeyrek ekmek köfte getirmesi de…
Ben bütün bunları anlatmadım ama Ergenç’in yanıtı bunu anladığını gösteriyordu. Bir önceki soruda son dönemde çizgi film izlediğini ancak çok daha geniş bir izleme portföyü olduğunu öğrendiğimiz sanatçı, deneysel çalışmalar yaptıklarını ve köftenin tadını dijital platformu taşımaya niyetli olduklarını söyledi. Kilit sözcükler arasında “deneysel çalışma” aklımda kaldı. Dijital ekonomide en önemli unsurun bir fikri kodlayarak dijital dünyaya taşıyıp prototip oluşturma ve sonrasında bunu sürekli yeni versiyonlarla daha ileri noktaya taşıma olduğu düşünülürse burada birebir bir örtüşme var. Çok uzun konuşmadığı için ben de kelime kelime her şeyi aktarıp uzun yazmaya çalışmayacağım ama bu sözlerin başına o kadar uzun bir girizgâh yazmamın sizi bu katarsise ve aydınlanmaya hazırlamak için olduğunu yazabilirim. Hamburgerin yanında business, ölçek gibi terimleri kullanmam ve NBE’ye atıfta bulunmamın Big Mac endeksi gibi bir şeyden bahsettiğimin sanılmasından endişeleniyordum. Bu endişem panelde kısmen doğrulandı ancak Ergenç ile anlaştık.
Yıllar önce Sinan Çetin, Türkiye’de sinema sektörünün en önemli sorununun dağıtım tarafında olduğunu söylediğinde tüccar gibi düşünmekle itham edilmişti. Ben o zaman üniversitedeydim. Aradan 30 yıla yakın süre geçmişken Netflix sayesinde bu etkiyi ve dijital platform ile dağıtılan işlerin ne kadar büyüyebileceğini öğreniyoruz. Buna karma bir porföy içinde bir sonraki yazımda değineceğim.