Murano Adası’ndan getirdiğim, yıllarda büyük bir dikkatle sakladığım minicik, zarif cam kuğulardan birinin kafası koptu, yapıştırmayı deneyeceğim… Cam, benim meraklı olduğum konulardan birisi. Yıllardır biriktirdiğim cam objelerden birkaç tanesi ya çalışma masamda veya hemen karşımda, başımı kaldırdığımda görebileceğim bir yerlerdedir her zaman. Cam tutkusu, ilk kitabımın kapağına da yansımış, Oğlak Yayınları’ndan çıkan “Beklemek ve Ummak”ın üzerinde, Mine Tezer’in objektifinden şekillenmekte olan erimiş bir camın görkemli görüntüsü yer almıştır…
Cam, “çoğunlukla saydam veya yarısaydam halde kullanılan, genellikle sert, kırılgan olan ve sıvıların muhafazasına imkân veren inorganik malzeme” olarak tanımlanıyor. Yani diğer sözcükler, örneğin elma, kitap, kum, deniz, bardak deyince gözümüzün önüne geldiği gibi biçimi olan bir nesne değil. Bir prosesin sonunda oluşan malzemenin ismi...
İlk camlar, herhalde volkan patlamalarında lavların ısısıyla kumların erimesi sonucu doğal olarak oluşmuş. İnsan yapımı olanlar ise M. Ö. 5 binlere kadar tarihleniyor.
Arkeolojik kazılarda bulunan ölü için akıtılan gözyaşlarının saklandığı, ölüyle beraber gömülen küçük gözyaşı şişeleri de camdan…
Suriye, Mısır, Kıbrıs, Rodos camın ilk üretildiği yerler. M. S. 330’larda cam ustaları Bizans’a yerleşiyorlar ve 590’lara gelindiğinde kilise pencerelerinde cam kullanılmaya başlanıyor. 600’lerde üretilen camların, tüm dünyadaki kiliselerde aranılır olmasıyla, Venedik’i, daha doğrusu üretimin yapıldığı Murano Adası’nı tüm dünyaya tanıtan bir sektör oluşuyor.
Camı geleneksel İslam mimarisinde revzen de denilen pencerelerde görüyoruz. Pencerelerdeki alçı kayıtlar arasına ışık girmesi ve güzel yansımalar yapması için renkli veya renksiz cam parçaları yerleştirilerek desenler oluşturuluyor. Cam, daha sonraki senelerde kandil, ibrik ve tabak gibi günlük eşyalar kullanılmaya başlanıyor.
Ülkemizde cam yapma sanatı Selçuklularla beraber başlıyor ve İstanbul'un alınmasıyla gelişiyor. Daha o senelerde İstanbul ve çevresinde birçok cam atölyesi var. Çubuklu yakınlarında kurulan kristal cam imalâthanesinde çeşm-i bülbül adı verilen camlar üretiliyor. Türkiye'de çağdaş anlamda ilk cam fabrikası, 1935 yılında Türkiye İş Bankası tarafından Atatürk'ün direktifleriyle kuruluyor ve yaptığı büyük ölçekli yatırımlarla yarattığı katma değeri bugün, Türkiye sınırlarının da ötesine taşımakta...
Bu noktada pek bilinmeyen bir gerçeği de yazmak isterim: Nazar boncukları kırılmak için yapılıyormuş... Biribirinden farklı karakterlerde mavi, beyaz, sarı camlar bir araya getirildiğinde çıkan ürünün kırılmaması imkânsızmış... Er geç çatlıyor ve biz, bunu nazara bağlıyoruz!
Cam üretiminde içinde bulunulan mevsim, dışarıda esen rüzgârlar bile çok önemli... Örneğin yaz aylarındaki üretim sırasında kışa göre çok daha fazla cam kırılıyor. Cam üretimi son derece maliyetli bu nedenle de devlet desteği veya çok güçlü bir kuruluşun bünyesinde olmadan yapılan çalışmaların, butik değil de büyük ölçekliyseler, başarı şansları hemen hemen yok gibi... Bu varsayım yalnız ülkemiz için değil, tüm dünyada da geçerli. Bin 300 derece sıcaklıktaki fırının 24 saat aynı ısıda yanma ve sürekli üretim yapma zorunluluğu maliyet yüksekliğinin göstergelerinden birisi. Bu ısı biraz düşecek olsa, fırın kullanılamaz hale geliyor...
Bu kırılabilecek cam ürünleri depolamanın da maliyeti çok yüksek olduğundan hemen satılacağı bölgelere transfer etmek gerekiyor ve hemen onunla birlikte ama bu kez de ambalaj sorunu çıkıyor... Kırılmaya ve örneğin suya dayanıklı ambalajlar üretmek gerekiyor...
Cam sanatına meraklı olanlar düzenlenen kursların yanı sıra, usta yetiştirmek ve meslek edindirmek için yürütülen eğitimlere de katılarak hobilerini hayata geçirebiliyorlar. Ayrıca bazı üniversitelerin Güzel Sanatlar fakültelerinde de Cam Sanatı bölümleri bulunuyor.
Cam, muhteşem bir konu... Bu köşeye sığdırabilmem mümkün değil, bu tadımlık notlardan sonra siz de konuya eğilirseniz keyif alacağınız ipuçları yakalayacağınızdan eminim.