Muhafazakârlığın yol izlerine dair

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Türk sağının ilerleyişine dair şu iki nokta oldukça nettir. Dinci sağcılık başlangıçta Kemalizm’in açık ve düpedüz bir inkârı değil bir yeniden yorumudur; gelişimini Soğuk Savaş zemininin yarattığı anti-komünizmle kol kola sürdürmüştür. Öte yandan muhafazakâr merkez sağ, Kemalizm’in parlak günlerinin tüm söylem ve eylemlerini eleştirmez. Yaptığı yalnızca onu hakiki insicamından arındırmak ve kimi ilkelerini benimserken kimilerini de dışlamaktır. Bunun sonucu olarak bu cenahta Kemalizm teknik ilerleme ve bilimsel bakımdan Batılılaşma anlamına geldiği sürece kabul edilmiş, ancak Batı kültürünün toptan uyarlanması söz konusu olduğunda hoş karşılanmamıştır. Aslında en uç sağ muhafazakârlar dahi, özellikle İslam'a karşı var olan kimi aşırılıklar dışarıda bırakıldığında, Kemalizm’i hazmedebilir ve etmiştir de. Dahası radikal, aşırı sert bir Aydınlanma kamusal söylemde Türk tarihinin materyalist yorumunun önünü açabilir ve bu da komünizme giden kaygan zeminin son işareti olabilirdi. 1940’ların, 50’lerin bu temasını Kemal Karpat daha sonra (1965) dile getirmiştir. Bu teze göre geleneksel olan parçalanıp dışlandığı ölçüde sol düşünce zemin kazanır. Ancak gelenekselcilik devreden çıktığındadır ki “sol” ortaya çıkan toplumsal ve ideolojik boşluğu doldurabilmektedir. Böylece genel modernist akım modernizmin sol türevleriyle iç içe geçmiştir. Sol en büyük düşman ise modernizmi törpülemek, zemini elverişsiz hale getirmek gerekmektedir. Böyle başlamıştır. Solun her türünden arası fazla ayrım yapmadan duyulan korku Soğuk Savaş döneminde sadece radikal sağcıların değil dünyadaki türlü çeşitli muhafazakâr modernistlerin de içine işlemiştir. 

Peyami Safa önemi hiç azalmayan klasik eseri Türk İnkılabına Bakışlar ‘da Ziya Gökalp'in meşhur tezini farklı sözlerle yineleyerek Kemalizm’in en parlak döneminin toplumun büyük kesimlerinin ağız tadına uygun olmadığını açıkça ortaya koymakta ve daha muhafazakâr ve dindar kişilerin kalbini kazanamamasını da bu şekilde gerekçelendirmektedir. Ziya Gökalp'e göre, Batı uygarlığının bütünü değil yalnızca kimi yönleri alınabilirdi ve alınmalıydı. Türkler Batının değerlerini ve kültürlerini değil bilimini ve tekniğini almalıydı. İmkânsız bir cerrahi operasyon anlamına gelen hars/medeniyet ayrımı sağcılığın mihenk taşlarından birisi olmuştur ve karşımıza tekrar tekrar çıkmaktadır. İşin aslı, Türk aydınları bu tür bir ayrımın mümkün olup olmadığını defalarca tartışmışlardı.

Peyami Safa 1938’de ilk defa Kemalist Aydınlanmanın en azından kısmen bir başarısızlık olduğunu, çünkü Batı dünyasını bütün olarak ithal etmeye çalıştığını, İslam'ın derin köklerini ve etrafa yayılan dallarını dikkate almadığını ve istediği sonuca rahatça ulaşamadığını öne sürmüştür. Ona göre dindarların katılmadığı reformlar söz konusu olduğunda seküler bir elin hariçten gelen dokunuşu gerçek inananları ancak daha da fazla rahatsız ederdi. Kemalist Aydınlanma zaten yüzeysel bir dokunuştu; eşyanın tabiatını değiştirmeden gelip geçmişti. Elbette bu görüş son derece şematik ve haliyle yanlış idi. Adeta bir karikatür çizen Peyami Safa Osmanlı-Türk Aydınlanmasının devletten başladığını, imparatorluğun çözülmekten kurtulmak için modernleşmek ve modernliği Batı temsil ettiği için haliyle Batılılaşmak zorunda kaldığını es geçmeyi tercih etmişti. Devamlı yenilerek çözülmeye başlayan imparatorluğun başka alternatifi yoktu. Yüz yıllık Aydınlanma laiklik alıştırmaları yaparak yavaş yavaş ilerlemişti. Atatürk’ün hızlı adımları belki de bu yavaşlığı telafi etmek içindi.

Türk muhafazakârlığının ideolojik ve kültürel taşıyıcı direği olarak anti-komünist güdü daha ilk günden belirleyici bir unsur olmuştur. Buna eklenebilecek tek şey 1950'lerde Türk toplumunun hâlâ baskın şekilde bir tarım toplumu olduğu gerçeğidir. Dinsel diriliş bu çerçeveye kolayca uyum sağlamıştır. Türk sağı seçimlerden birbiri ardına zaferle çıktıkça, Türk köylüsünün kendiliğinden içgüdüleri, kültürel yatkınlıkları ve geriye saran muhafazakâr davranış kodları ile siyasetçilerin Downs'vari özellikleri birleşmiş ve iyice yerleşiklik kazanmıştır. Amerikalılar bu dönüşümü yalnızca komünizmin ve her türden sol idealin karşısına çıkacak bir engelin oluşması olarak gördükleri için memnuniyetle karşılamış olabilirler. Her ne kadar henüz ismi keşfedilmemiş olsa da 1955 itibariyle (Bandung Konferansı öncesinde) dünyada ‘Ilımlı İslam’ın ilk aşaması provası edilmekteydi. Burada önemli olan şudur: Uzun vadede ​Kemalist modernizmi Halk Türklüğünün geleneksel milliyetçi-dindarlığının doğal bir payandası olarak yeniden konumlandırmak için onu –sözde veya gerçek- “aşırı” çağrışımlarından arındırmaya kalkışmak Aydınlanmanın bizzat kendisinin temel unsurlarından koparılmasına yol açmıştır.

Tüm yazılarını göster