Mitolojiden beslenen iki sanatçı: Canan ve Selma Gürbüz

Beyoğlu Casa Botter’deki Selma Gürbüz solo sergisi ve Piyalepaşa’daki artSümer’de Canan’ın ‘Vuslat’ sergisi masallardan beslenen iki sanatçının dünyasına ışık tutuyor.

Gila BENMAYOR Nasıl Bir Sanat?

GİLA BENMAYOR

İstanbul sanat kültür yaşamının en verimli dönemini yaşıyor. Bir günde nefes kesici, aklınızı başınızdan alan iki hatta daha fazla sergiye, sanat etkinliğine gitmek mümkün. Nitekim geçtiğimiz günlerde bir güne Beyoğlu Casa Botter’deki Selma Gürbüz solo sergisi ile Fransız Enstitüsü’ndeki Selçuk Demirel sergilerini, bir gün sonra ise Arter’de ki Ömer Koç koleksiyonundan ‘Farz Et Ki Yoksun’ ile aynı hat üzerinde Piyalepaşa’daki artSümer’de Canan’ın ‘Vuslat’ sergisini gezdim. Levent Çalıkoğlu küratörlüğündeki, Selma Gürbüz solo sergiye döneceğim. Sergi mekânında buluşarak, tatlı tatlı sohbet ettiğimiz Canan’ın ‘Vuslat’ sergisiyle başlayayım. Loş bir ışıkta yüksek tavanlı, ferah mekâna girdiğiniz anda ilk duygu şöyle: “Burası cennet olmalı”. Önce başınızın üzerinde neşeyle, özgürce uçuşan renkli kelebekleri fark ediyorsunuz. Bir anda karşınıza cennetten bir köşe çıkıyor: Işıklı bir ağaca tünemiş bir tavus kuşu, Noel Ağacını kıskançlıktan çatlatacak yapraklı ışıl ışıl bir ağaç ve hemen altında başka bir tavus kuşu. Bu manzaranın ortasında ise yüzü bir minyatürü andıran yarı insan, yarı hayvan benekli kırmızı bir yaratık. Arka fonda bir masal anlatıcısının sizi esrarengiz diyarlara götüren boğuk, güzel sesi.

CENNET, MUTLULUK, ŞEHVET HEPSİ BU DÜNYAYA AİT

Serginin hikâyesini yazan ve seslendiren Canan’ın yaratmayı başardığı bu atmosfer tarif edilmez, yaşanır. Sergiyi birlikte gezerken anlatıyor: “Bu sergiyi kurgularken insanın en çok arzuladığı şeylere kavuşması fikrinden yola çıktım. Genellikle sergilerim bir kahraman üzerinden gelişiyor. ‘Vuslat’ için Güneş ve İslam mitolojisinde ışıktan yaratılmış bir varlık olan ‘Şehretü’n nar’ arasında bocaladım. Sonunda cinlerin anası diye de bilinen ‘Şehretü’n nar’ da karar kıldım”. “Kaynaklara göre, insan olarak yaratılmış ve değişik ifadelere sahip binlerce yüzü var. Hikâyeyi kendime göre değiştirdim. Yarı insan, yarı hayvan yaptım. Bedenine de yüzlerini iliştirdim” diye devam ediyor. Meğer benim loş karanlıkta benek sandığım kahramanın değişik yüzleriymiş… Tül, kumaş, boncuk, renkli payetlerle üç boyutlu bir minyatür olan “Şehre tü’n nar” enstalasyonuyla ilgili “Ciddi bir emek işi. Asistanlarımla hepsini tek tek ellerimizle işledik” diyor Canan. Cennet Odası’nın hemen yanındaki bölümde, sanatçının “üç boyutlu kaligrafik heykel” diye tarif ettiği, üzerine “Her Hasretin Bir Vuslatı Vardır” sözlerini yazdığı eserine geçiyoruz. İslam Mitolojisindeki Burak figüründen esinlendiği eser sevinci, mutluluğu barındıran bir kavuşmayı temsil ediyor. “Cennetin, mutluluğun, şehvetin bu dünyaya ait olduğu nu söylüyorum. Ne istiyorsan o alacak diyorum” diye anlatıyor Canan.

ESERE BULAŞIK TELİNİ SIKIŞTIRMIŞ

Kaligrafik heykel, siyaha boyanmış bakır tellerden yapılmış, aralarına yine boyanmış bir “bulaşık teli” sıkıştırılmış. “Kadın sanatçı olarak bulaşık teline dayanamadım” diyor gülerek. Aynı bölümdeki yılan figürü de aynı malzemeyle üretilmiş. Serginin üçüncü bölümünde ‘Üç Boyutlu Minyatürler’ dediği, camlı bir çerçevenin içine yerleştirdiği eserler. ‘El ele, Göz Göze’, ‘Deniz Kızı’, ‘Sevda’ gibi isimleri olan eserler pullar, payetler ve boncukların yanı sıra doğada bulduğu kurumuş yaprak, kurumuş çiçek, tohum, evdeki kırık tabaklar, kahve telvesi ve hatta kızarttığı patlıcanın kabuğu gibi aklınıza gelecek türlü malzemelerden yapılmış. Eserlerini anlatırken ses kaydını açıp soruyorum:

Böyle düşünce ve emek yoğun bir sergiye hazırlanmak çok vaktinizi alıyor mu?

Öncelikle düşünsel hazırlığı var. Aslında yaptığınız her sergi birbirini besliyor. Bir sergide bir tema düşünüyorsunuz. Sonra o başka bir sergide başka bir şeyle bütünleşerek, gelişerek bir araya geliyor. Sanatçı bunu farkına varmadan yapıyor. Bir malzeme görüyorsunuz sizi heyecanlandırıyor. Mesela bu ‘El ele, Göz göze’ eserinde kurutulmuş yaprak ve çiçeklerle çalışmaya başladım. Sonra üretimimde kullanabilirim diye çeşitli şeyler toplamaya başladı. Ağacın tohumu bir anda sanatsal malzemeye dönüşüyor. Doğanın yanı sıra evimde de her şeyi toplamaya başladım. Kırık tabaklar, teki kaybolmuş küpem. Bu eserlerin çoğunda oradan buradan toplanmış şeyler var. Burada mesela bebek koleksiyonumu kullandım.

SANATÇI “PAYESİ” VERİLMESİ ÖNEMLİ DEĞİL

Ama Canan Hanım siz ünlü bir sanatçısınız. Her üretiminiz değerli. Ben kurutulmuş çiçeklerle, kahve telvesiyle bir şey yapsam kimse buna sanat gözüyle bakmaz ki…

Başkalarının kabul edip etmemesi bir şey ifade etmez. Önce sizin kendinizi kabul etmenizle başlar sanat. Size “siz sanatçısınız” payesi verilmesi önemli değil. Başkası bu payeyi verdiğinde kolaylıkla elim den alabilir. Önemli izleyicinin beğenmesi.

‘Üç Boyutlu Minyatür’ diye tarif ettiğiniz bu eserlerde doğadan, evden topladığınız şeylerin yanı sıra pırıltılı payetler, boncuklar bayağı göz alıcı. Seviyorsunuz işlerinizde parıltı kullanmayı değil mi?

Urfalıyım. Doğu kültüründen etkileniyorum haliyle. En son Urfa’ya gittiğimde çay içmeye gittiğim bir mağarada başına incilerle süslenmiş bir tülbent geçiren gencecik bir kadın gördüm. Kıskandım. Neden biz de günlük hayatta böyle süslenmiyoruz diye. Minyatürlere baktığınızda ne kadar doku, renk kullanırsanız o kadar göz alıcı oluyor. İşlerim ilerledikçe ne kadar çok payet boncuk işlersem o kadar hoşuma gittiğini fark ettim.

Minyatür yapmayı seviyorsunuz sanırım.

2004 yılında ‘Acaibü’ı-Mahlu kat’ adlı bir video yapmıştım minyatür ile. Onu yaptıktan sonra minyatür öğreneceğim dedim ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde minyatür derslerine misafir öğrenci olarak katıldım, teknikleri öğrendim. Sonra teknikleri alt üst ettim. İyi bir şey. Çünkü şu anda Türk gelenek sel sanatında algılanan minyatür üslubu çok disiplinli bir şey. Birbirini tekrar ediyor, yeni bir fikir üretilmeden yapılıyor. Yani yaratıcılığı öldürüyor. Oysa Osmanlı minyatür sanatına baktığınızda ne kadar yaratıcı nakkaşlar oluğunu görürsünüz. Kağıt üzerinde minyatür yapmayı 10 yıl önce bırakmıştım ama pandemi döneminde bu tutkum geri geldi.

KENDİMİ BİLDİM BİLELİ MASAL ANLATIYORUM

Eserlerinizde bu son sergide olduğu gibi masal, efsane, mitoloji den besleniyorsunuz. Yıllar önce o zaman Arter şimdi Meşher olan mekânda ‘Kaf Dağı’nın Ardında’ sergisi örneğin asla aklımdan çıkmıyor. ‘Cennet’ adlı o dönen eseriniz rüya gibiydi.

Asıl benim için önemli olan masalsı dil. Mitoloji ve masallarda çocuksu ruha hitap eden, büyüleyici kimilerine göre gizemli, mistik o hayal dünyası bize dair bir şey. Ben kendimi bildim bileli masal anlatıyorum eserlerimde.

Doğulu yani Urfalı olmanızın bun da payı olabilir mi?

Belki. Babam bize masal değil ama kulaktan kulağa aktarılan hikâyeler anlatırdı. Dengbej geleneği. Ninem bir şeyler anlatırdı. Çocuğuma iki yaşından itibaren uyuturken masal okudum. Bir gecede 4-5 kitap derken ben uydurmaya başladım masalları. Kızım masallarda prens, prenses, kedi olmasını ve mutlu bitmesini isterdi. Sonunda bir gecede 5 tane uyduruk masal anlatabildiğim noktaya geldi. Masal anlatma konusunda geliştim. Sonra baktım üretirken masal yazıyorum, yazarken eğleniyorum. Eserlerimin hepsi masalsı. Masalları seviyorum. O masalları yaratmak, içinde izleyiciyi gezdirmek arzusu var.

Bu masal dünyanız sergi yaptığınız yabancı ülkelerde izleyicilere hitap ediyor mu? Çünkü çoğunlukla buralara ait şeyler anlatıyorsunuz.

Bize özgü gözükse de insandan uzak değil. Mutluluk, yaşam se vinci insanların ortak duyguları. Payetler, boncuklar bu kültüre ait görünse de mesajım evrensel dolayısıyla anlaşılmama diye bir şey olamaz.

Kendinizi doğuya mı batıya mı ait hissediyorsunuz? Düşünme tarzınız, masal analizleriniz batıya ait ama eserleriniz buram buram doğu kokuyor, üzerinizdeki takılar da öyle!

Kültürüm bu topraklara ait. Beyaz peynir yemekten, halay çekmek, kahve falına bakmaktan hoşlanıyorum. Sanatçı olarak çok gezdim. Giyim, yaşam biçimleri, alışkanlıkları farklı olabilir ama insan olarak hepimiz aynıyız.

SELMA GÜRBÜZ’UN ÜÇ MESELESİ:

Canlılar, doğa ve kadın

Beyoğlu’nda İBB Kültür’ün bir süre önce restorasyonunu tamamladığı ve sergi mekânı olarak ziyarete açtığı Casa Botter’de, 2021 yılında kaybettiğimiz ressam Selma Gürbüz’ün solo sergisi var.

14 Nisan’a kadar devam edecek olan serginin küratörü Levent Çalıkoğlu. Sergi açılışında ayak üstü sohbet ettiğimiz Çalıkoğlu, Casa Botter’de, hem yaşayan hem bugün aramızda olma yan Türkiye’nin modern ve çağdaş sanatçılar için ‘solo sergiler serisi’ planladıklarını anlatıyor. Selma Gürbüz Sergisi’yle ilgili ise “Bu hem bir hatırlatma, hem sanatçının belirli dönemlerdeki çarpıcı, kritik eserlerini bir araya getirdiğimiz bir sergi oldu” diyor. İlk sergisini 26 yaşında iken 1986 yılında açan Selma Gürbüz’ün Casa Botter’deki sergisi, 1980 sonu bir defterinden başla yarak 90’lı yıllardan 2018 yılına kadar uzun bir dönemi kapsıyor. Pek çok işi koleksiyonerlerden alınmış. Nitekim açılışta rastladığım ünlü koleksiyoner Öner Kocabeyoğlu’na ait iki eser de Casa Botter’de yer alıyor.

HEP DEFTERLE, ÇİZİMLE ÇALIŞIRDI

Çalıkoğlu, Gürbüz’ün pek çok işine referans veren erken dönem desenlerine dikkat çekerek “Bunlar çıkış noktası. Sanatçının kendisini bulduğu, ne yapmak istediğini kafasına oturttuğu çizimler” diyor. “Pek bilinmez ama aslında Selma defterle, çizimle çalışırdı. Tüm işlerinin temelinde hep bir çizim, hep bir defter vardır. Çizimlerin zaman içerisinde aslında özünü koruyarak nasıl dönüştüğünü gösteren defterlerde geçmiş dönemlerde bulduğu üslubunun işaretleri vardır” diye ekliyor. Çalıkoğlu’na göre Gürbüz’ün eserlerinde zamanla imgeler değişse de içerik değişmiyor çünkü hep bir masal meselesi var. “Erken işlerinden başlayarak Selma masalı seviyor. Masal dinlemeyi, okumayı, anlatmayı seviyor. Hiç de bundan çekinmiyor. Masalı görselleştirmeyi de seviyor. Masal dediği şey illaki La Fontaine değil. Bir menkıbe, bir Şehrazat hikayesi yani büyükler için olan masallar. Hem bilinçaltından hem kültürden gelen masallar” diye anlatıyor. Çalıkoğlu’nun Selma Gürbüz’ün sanatıyla ilgili dikkat çektiği bir başka nokta Op Art’tan esinlenmesi. Şunları söylüyor. “Gürbüz’ün Op Art’a ilgisi de pek konuşulmuyor ama eserlerin de illüzyon meselesini kullanıyor. Aynı figürün çoğaltılması, büyütülüp küçültülmesi optik bir yanılsama yaratır”. Selma Gürbüz’ün eserlerinde neden en fazla kadın kullandığı sorusuna ise “Üç meselesi vardı. Onun için kritik olan kadın, doğa ve canlılar” cevabını veriyor. Üslupları hiç benzemese de Canan ve Selma Gürbüz’ün ortak yanları masallar. Her ikisi de masalları seviyor. “Masalı en çok kadın sanatçılar mı seviyor” sorusu havada. Cevabını bilen biri varsa sevinirim.

Tüm yazılarını göster