Ülkelerin iktisat politikalarını hükümetler yürütür. 1990’lardan bu yana bu politikanın para politikası kısmını Merkez Bankası, maliye politikasını da hazine-maliye yani hükümet üstlenmekte. Bu ayırımı belirginleştirmek için para ve maliye politikalarına kurallar getirilmekte. Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülke 2000’li yılların başında para politikasını “enflasyon hedeflemesine” dayanırdı. Mali kural yani borçlanma kısıtı da maliye politikasının dayanağı olarak genel kabul gördü.
Bu kurallar önce 2008 krizinde sonra pandemi döneminde gevşetildi. Para ve maliye politikasında genişlemeci bir yol izlendi. Bu yolu izleyenlerden birisi de dünya ekonomisinin rezerv parasını üreten ABD olunca küresel ekonomi para bolluğu ile karşı karşıya kaldı. ABD Doları Monetaristlerin “helikopter parası” haline dönüştü. Bu dönemde bazı ülkeler bu para bolluğunun sürekli olacağına düşündü. Yüksek cari açıklar vererek ekonomilerinin hızlı büyümesine izin verdiler. Türkiye de bu ülkelerden birisi oldu. AKP hükümetinin altın yılları olarak nitelendirilen yıllar bu döneme karşılık gelmekte.
Her altın çağın bir sonu var. Bunu görmek/itiraf etmek gelecek döneme hazır olmak için bir fırsat olmasına rağmen, kimi zaman miyopik davranış gösterilerek “körleşme” durumuna düşülmekte. José Saramago’nun “Körlük” romanında olduğu gibi karmaşa başlamakta. Bundan dolayı Türkiye ekonomisinin yani 2011-2014 yılları için kriz biriktirme yılları olarak adlandırabiliriz. Bugün bizi adeta yarı ölüne haline getiren kriz aslında 2014 de başladı. 2015-2018 aralığında sürekli uyarı sinyali verdi, ancak ne hükümet ne de özel sektör anlamadı. Hatırlıyorum bu dönem de sürekli rapor verdiğim bir STK yönetimi bu raporlarımızı görmek yerine raporlara son verdi.
Kriz, millilik, yerlilik
Böyle durumlarda hükümetlerin acil önlem alması gerekirken Türkiye’de krizin ayak sesleri çoğu zaman görmezlikten gelinmekte. Örneğin Türkiye’de 1973 petrol krizi ardından gelen ambargoya rağmen o tarihteki I. Milliyetçi Cephe hükümeti (Adalet Partisi, Millî Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi koalisyonu) krize karşı önlem olarak Almanya’daki işçilerin dövizlerine yüksek faiz vererek Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) garabetini yarattılar. Sonuç bugün halkın “geçmişte kuyruk vardı” dedikleri yapı yaratıldı. Şimdi de DÇM’nin türevi Kur Korumalı Mevduat (KKM) ile benzer tepki verildi. Yani kriz ertelenmeye çalışıldı.
Bu süreçte sıradan yurttaşın hayatı boyunca kullandığı 300-400 sözcüğün arasına iki sözcük daha eklendi. ‘Milli ve Yerli’. 1930’larda yerli malları kullanma özendiriliyordu. Çünkü ülke büyük bir savaştan çıkmıştı. Osmanlı halkın kullandığı üç beyaz malı (Şeker, Un, Amerikan bezi) bile üretmekten acizdi. Biraz ağır olacak ama Cumhuriyet kurulduğunda halkın üzerinde donu yoktu.
2017 yılındaki Anayasa değişikliği sonrasında yaşanılan krizi görmezden gelmek için halkın eline “milli ve yerli” tekerlemesi verildi. Bir taraftan küresel ekonomi ile eklenmeye çalışılırken diğer yandan “milli ve yerli” olmaya çalışmak tam bir ironi idi. Üstelik gerçekleşmesi mümkün olmayan ironi. A. Smith’in “işbölümü” teorisinden bu yana hemen her malın üretiminde farklı ülkelerden girdi kullanıldığı kuramsal olarak da bilinmekte. Bu gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler için kaçınılamaz bir olgu. Dünyanın önde gelen tekstil ihracatçısı olan Türkiye’nin pamuk ithal etmesi kadar doğal bir davranış biçimi olamaz. Bu üretilen kazağın ya da pantolonun milli olmayan ürün haline getirmez. Dünya da en çok kullanılan cep telefonu i-phone’nun Çin’de üretilmesi, Japonya’dan-Tayvan’a kadar farkklı ülkelerden üretim girdisi kullanması bu telefonunun ABD menşeili olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye’nin ürettiği İHA-SİHA gibi sistemlerinde hala birçok parçası yurtdışından gelmekte. Yani milli ve yerli diye övünülen SİHA’lara da böyle bakılmalı.
Bir ülkenin gücü ulusal parasının gücü ile de ilişkilidir. Bu ilişkideki anahtar değişkende enflasyon oranıdır. Enflasyon ulusal parayı elinde tutanı yakar. Ne millilik ne de yerlilik söylemleri işe yarar. Halk bu paradan kaçar. Altına, dövize, konuta, dayanıklı tüketim malına (başta otomobil) yönelir. Türkiye de yaşanılanlar bu kurgunun sonucu. Bu durumda hükümete bağlanan TCMB’nin son para kurulu toplantısında aldığı “Para politikasında sürdürülebilir fiyat istikrarı hedefi doğrultusunda finansal istikrara yönelik riskleri de gözeten liralaşma odaklı bir yaklaşım sergilenmeye devam edilecektir” gibi kararlar boşa çıkar. Liralaşmayı TCMB kendi bilançosunda bile gerçekleştiremezken halkın buna inanmasını beklemek saflık olur. Nitekim TCMB analitik bilançosunda TL cinsinden yükümlülüklerin yani TCMB Merkez Bankası Parasının payı yüzde 26’lara kadar geriledi. Durum bu olunca halka da mevduatını dövize dönüştürmekten başka yol kalmamakta.
Histeri
Eğitimsiz halkın adeta histerik bir bakış açısı ile içine düştüğü milli ve yerli hastalıklı hali, para ikamesini sözkonusu olduğundan açmaza düşmekte. Hükümetin para ikamesini engellemek için kullandığı tüm araçlara rağmen hanehalkından, şirketlere, bankalara kadar tüm kesimler adeta yabancı parayı iman etmekte.
Milliyetçilik, dincilik geri ideolojilerdir, işin içine para girince bu ideolojik davranış biçimleri ardıl savlar haline dönüşür. Parasız millicilik, yerlilik olmaz. Hükümetler ne zaman bu geri ideolojilerin peşine düşmekten vazgeçerlerse ekonomide o kadar olması gereken yola girer.
Okuma Önerisi: Ömer Faruk Çolak, Ekonomide Masallar Gerçekler