Zaten baştan kronik enflasyon ve cari açık olmak üzere pek çok zafiyet barındıran Türkiye ekonomisinin bir de pandemi kriziyle boğuşuyor olması kolay değildi doğrusu. Bu süreçte, gerek maliye, gerekse de para politikaları kanadında yapılanlar genel olarak doğruydu. Ancak açıkçası mühimmatımız (ör: döviz rezervlerimiz) bize bu konuda gelişmiş ülkeler kadar rahatlık sağlamıyor. (Biliyorsunuz bugünlerde AB ve ABD’de en büyük tartışma yeni COVID canlandırma paketinin ne boyutta olacağı. Boyuttan kasıt da, örneğin ABD’de, milli gelirin en az yüzde 10’u civarında bir rakam.) Rahatlık sağlamadığı gibi, fazla genişlemeye gidildiği an, cari açık, döviz kurları ve enflasyon üzerinde baskılar oluşuyor, ve MB’nin yapmak zorunda kaldığı gibi, parasal sıkılaştırma gündeme geliyor.
Döviz rezervi düzeyi öteden beri dikkat çeken bir konu. Üstelik rezerv kompozisyonu değiştikçe, net ve brüt rezervlerin sağlıklı bir şekilde hesaplanması da karmaşıklaşıyor. Ancak, hiç bu hesaplamalara girmeden MB’nin son 30 yıldır yayımlamakta olduğu altın + döviz rezervleri rakamına baktığımızda bile rezervlerdeki zayıflamayı net olarak görebiliyoruz. MB’nin yayımladığı verilere göre 9 Ekim itibarıyle altın dahil toplam döviz rezervlerimiz 83.5 milyar dolar. Bu aynı zamanda son 10 yılın en düşük rezerv düzeyi. (Geçen 10 yılda rezervlerimiz en yüksek 135 milyar dolarlar seviyesini görmüştü.)
Öte yandan, düşük rezerv düzeylerine bakarak “Türk banka ve şirketlerinin önümüzdeki dönemde döviz borcu itfaları var, bunları yenileyemezlerse yeni bir döviz krizi olur” iddialarına da katılmıyorum. Borç yenileme (roll-over) rasyoları tabii ki yüzde 100’ün altında olacak. Ancak bu daha çok döviz borcuna ihtiyaç olmaması ve maliyetlerin de fazla yüksek olması nedeniyle ağırlıklı olarak yerli bankaların ihtiyarında bir borç yenileme olacaktır.
Geçen MB toplantısından önce şöyle yazmıştım: “Ümit ederim MB’ye aklıselim hakim olur da, “cüsseli” bir “politika faizi” artışı gerçekleştirir. Kararlı bir anti-enflasyonist politika için ilk başta gereken faiz “en minimumda” bugünkü enflasyon düzeyi olmalıdır. Kısaca 825 baz puan olan politika faizi en az 350 baz puan artışla yüzde 11.75’e çıkarılmalıdır.” Ben böyle yazarken piyasa beklentileri ortalaması sıfır faiz artışı şeklindeydi. (Kur, enflasyon, cari açık ve ekonomik aktivite verilerine bakıp da sıfır artış beklemek de ilginçti doğrusu.) Nitekim, MB 350 olmasa da, 200 baz puanlık bir artış gerçekleştirdi. Ancak bunu yaparken de (faiz koridoru bağımlılığını sonlandırma sözü de vermişken) gene eski alışkanlıklarına dönerek fonlama faizini diğer yollardan artırma cihetine gitti.
Bugünkü toplantıda MB’nin en azından 150 puanlık aralığı kapamasını bekliyorum. Bu sefer piyasa da böyle bir beklenti içerisinde, ve bu beklentiyle TL’de çok hafif de olsa bir değerlenme eğilimi söz konusu. Ancak, eğer MB bu piyasa iyimserliğini yanlış okur da herhangi bir aksiyon almazsa, piyasa tepkisi oldukça sert olabilir.
Son hafta diğer çokça tartışılan bir konu da IMF’nin 2020 Türkiye büyüme tahminleri ile Hükümet ve analistlerin tahminleri arasında deyim yerindeyse bir uçurum bulunmasıydı. IMF Ekim Küresel Görünüm raporunda Türkiye’nin 2020 büyüme tahminini yüzde -5.0 olarak teyit ederken, YEP’teki Hükümet tahmini yüzde 0.3. İlk 2 çeyrek büyüme oranlarına ve 3. Çeyrekle ilgili öncü göstergelere bakıldığında tüm senede yüzde 5 küçülme olması için son çeyrekte büyük oranlı bir daralma daha yaşamamız gerekiyor. Açıkçası önümüzdeki 2 ayda çok menfi bir gelişme olmadığı takdirde bunun olması imkansız. Zaten pandemi sürecinde bile doğru dürüst bir fonksiyon icra etmeyen IMF’nin (zor durumdaki ekonomilere rahatlıkla ucuz maliyetle kullandırabileceği büyük kaynakları varken bunların çok azını kullandırdı) bir de böyle basit hatalar yapması itibarını zedeliyor.