İktisat politikaları yaşanan iktisadi gelişmelere göre değişir. Bunun ne kadar keskin bir dönüş olacağını makro hedeflerdeki sapmalar belirler. Eğer bu sapmalar ekonomiyi kriz boyutuna taşıdıysa, artık uygulanan politikaların sonu da gelmiştir.
Son yüzyılda bunu birkaç defa yaşadık. 1929 krizi sonrası ülkeler klasik iktisattan koptu, Keynesyen modele yöneldiler. Keynesyen iktisat politikaları 1960’lı yılların sonuna değin etkili oldu. Keynesyen iktisat politikası, para politikasının etkili olmayacağı durumların olabileceği, bundan dolayı hükümetlerin etkin bir maliye politikası uygulaması yapması üzerine kurgulanmıştı. Keynes, faiz oranları ile oynanarak ekonomide tam istihdam GSYH’sine erişilemiyor ise, maliye politikasının öne çıkması gerektiğini önerir. Burada belirleyici olan değişken işsizlik ve enflasyon oranıdır. Keynesyen analiz bu iki değişken arasında değiş tokuş olduğu temelinden (Phillips Eğrisi) hareketle duruma göre (hükümetin tercihi) iktisat politikası uygulanabileceğini söyler. Bu politika (ihtiyari) kapitalizme yaklaşık 25 yıllık bir altın çağ yaşattı. Yani istikrarlı, yüksek büyüme, düşük enflasyon, düşük işsizlik oranı.
Bedava öğle yemeği yok
1970’de bu değişti. Petrol krizi ekonomide yeni bir krizi ateşledi. Yüksek işsizlik ve yüksek enflasyon birlikte ortaya çıktı (stagflasyon). Keynesyen politikalardan hızla uzaklaşıldı. M. Friedman’ın para arzı kuralına dayalı, “Bedava öğle yemeği yoktur” ilkesinden hareketle sıkı para ve maliye politikasına geçildi. Yeni dönemde para politikası öncüydü. Bu politikalar 1990’larda sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılmasıyla daha da etkin hale geldi. Esnek döviz kuru, sermaye hareketlerinin serbest olduğu, fiyat istikrarına dayalı (yaklaşık 30 ülkede enflasyon hedeflemesi kuralına dayalı para politikası), kamunun ekonomiden çekildiği, sıkı para ve maliye politikası artık gözde politikalar oldu. Bu politikalarda ‘Bağımsız Merkez Bankası’ önemli bir kurumsal yapılanma oldu. Kurala dayalı para politikasının olmazsa olmazı Bağımsız Merkez Bankası ve onun amaç, araç bağımsızlığına dayalı para politikası dokunulmaz hale getirildi. Merkez Bankası Başkanları adeta hükümetin başı kadar önemsenir oldu.
Helikopter para
Bu politikaların sonunu 2008 krizi getirdi. Salgın ile birlikte artık Bağımsız Merkez Bankacılığını, kurala dayalı para politikasını konuşan kalmadı. Çünkü merkez bankaları gökten adeta helikopter ile para dağıtmaya başladı (Helikopter Para). Örneğin FED’in bilanço büyüklüğü 2007 temmuz ayında 870 milyar dolarken krizle birlikte hızla büyüdü, salgından hemen önce 4 trilyon dolar oldu, Mayıs 2020’de ise 7 trilyon doları aştı. Geniş anlamlı para arzı (M2) Temmuz 2007’de 7 trilyon dolarken, 2020 Şubat ayında 15,5 trilyon dolara, Mayıs 2020’de ise 18,8 trilyon dolara ulaştı. Benzer tablo Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve birçok gelişmiş ülke için de halen aynı.
Artık baskın olan maliye politikasıdır. Merkez bankalarının görevi zehirli borçlanma senetlerini alıp, piyasayı paraya boğarak harcamaları artırmak oldu. Para arzı bu oranda artınca faiz oranları sıfır ya da negatif oldu. Buna rağmen büyüme sağlanamayınca, üstelik enflasyon oranı da yerlerde sürününce maliye politikasının adeta kendisini göstermesi gerekti. Bu politikanın teorik temeli “Modern Para Teorisi (MMT)” başlığı ile kendini kimliklendirdi. H. Minsky, L.R. Wray bu teorinin öncüleri oldu. (Hyman Minsky’nin önemli kitabı İstikrarsız Bir Ekonominin İstikrarı. Okumanızı öneririm)
MMT’de para politikası kurala değil ihtiyari olmalı, ekonomide maliye politikası etkinliği artırılmalı. Böylece büyüme oranı yükselirken, işsizlik oranı da düşecektir. MMT’ye göre enflasyonun ekonomi daralırken artması da mümkün olmadığından rahatlıkla genişlemeci para ve maliye politikası izlenebilir. Bu durumda Merkez Bankası da hükümetin emrine girmekte, bağımsızlığına da gerek kalmamakta. Geçtiğimiz aylarda Alman Anayasa Mahkemesi'nin ECB’nin 2015 yılında başlattığı varlık alımları programını yeterince haklı gösteremediğine dair kararı siyasetin ve mali piyasaların kafalarını bulandırdı. Ancak şimdilik karar kâğıt üzerinde kaldı, ECB para arzını artırmaya devam etmekte.
Mevcut koşullarda Hükümetler, gücü sınırlı Hazine’ye karşı, kaynağı sınırsız (para basmak) Merkez Bankası’nı kullanılmak zorunda. Aksi, Fed’in 1929 da yaptığı yanlışın tekrarı olur. Para arzındaki genişlemenin uzun dönemdeki etkisini konuşmak şu an için anlamlı değil. Merkez Bankalarının müdahalelerine rağmen varlık fiyatlarının hızla düşmesi servet etkisini tersine işletmekte. Bu müdahale olmasa bu etki daha da güçlenecekti. Merkez Bankalarının varlık satın almaları servet sahiplerine kaynak aktarmak olarak görülebilir, ancak unutmayalım en büyük kayıp onların. Şüphesiz varlık alımında selektif bir uygulamaya gidilirse bu sorun hafifleyebilir.
Bağımsız Merkez Bankacılığı şimdilik önemsiz hale geldi, yani efsane bitti. Bu güçsüzlük hükümetler tarafından ne kadar kullanılacak, şimdilik belirsiz. Ancak popülist liderlerin elinde böyle bir politika tercihi er ya da geç sonrası sorun olacak.
Peki Türkiye ve TCMB nerede? Bulunduğumuz noktayı tablo halinde verelim (yukarıda).
Görünen oku ki, TCMB de gökten para yağdırıyor (Mart ayından mayıs ayına kadar 46 milyar TL’lik banknot basıldı). Bedeli şimdilik kur artışı. Sonrası ne olur? TCMB’ye değil, hükümete bağlı.