Merkez Bankaları 2008 krizinden bu yana en çok konuştuğumuz kurumlar oldu. Krizin bir ölçüde yaratıcısı olmalarına rağmen çare de onlardan beklendi. Birçok ülkenin Merkez Bankası bu çağrıya olumlu yanıt verdi, parasal genişlemeye giderek, krize kadar D. Hume’den (Hatta Aristo’dan) başlayıp, M. Friedman’a değin uzanan para arzı ile fiyat artışı arasında kurulan pozitif korelasyonu bir kenara bırakıp, para arzını artırarak finansal kurumları (bankalar), şirketleri, hükümetleri batmaktan kurtardı.
Bu politika, gelişmiş ülkelerde (ABD, AB, Japonya) faiz oranlarını hızla düşürdü, hatta artık sıfır, negatif faiz oranları ile konuşur olduk. Yaşanan kaotik durumu algılamaya çalışırken Merkez Bankalarından bu defa da salgının getirdiği büyük yıkımı karşılaması istendi. Yanıt yine parasal genişleme ile karşılık buldu. Örneğin ABD Merkez Bankasının (FED) bilanço büyüklüğü 2008 sonunda 800 milyar dolar iken, 2019 sonunda bilanço 4 trilyon dolara, bir yıl sonra 2020’nin sonun da 7,2 trilyon dolara yükseldi. FED, sadece ABD için değil, tüm dünya için adeta gökten dolar yağdırdı (helikopter para).
Parasal genişleme, klasik-neoklasik öğretinin bizlere dayattığı para arzı artışı enflasyon demektir savını doğrulamadı. Üstelik az da değil 2008’in üzerinden 13 yıl geçti. Bunu özellikle yazıyorum çünkü Friedman, ünlü kitabında (ABD’nin Para Tarihi) para arzı ile enflasyon arasındaki ilişkinin (aktarma mekanizması) 10 yıl sonra bile gerçekleşeceğini ampirik olarak göstermişti. Friedman, bu bulgusunun üzerine de “modern para teorisi” olarak tanınan kuramını inşa etti. Şimdi bu teori özellikle gelişmiş ülkeler için çöktü.
Merkez Bankaları bu süreçte çok yoruldu. Ancak hala ifa etmesi gereken görevler bulunmakta. Bunları kaldırabilirler mi?
Açıkçası artık merkez bankalarının yaşanan krizde öncül rol üstlenme görevi bitti. Çünkü sıfır faiz oranına rağmen ne istihdamda ne de büyümede istikrarı yakalamak mümkün olmadı. Dolayısıyla şimdi maliye politikasına dönme zamanı. Ancak para ve maliye politikasının hedefi de sadece fiyat istikrarını korumak değil, büyümede, istihdamda da istikrar olmak zorunda. Üstelik bunlara ulaşılmak istenirken çevresel etkenler göz önüne alınmak zorunda. Çünkü iklim değişliği artık gözümüzün önünde.
Merkez bankaları tek başına bu hedefleri gerçekleştiremeyecekleri gibi, maliye politikası ile de istenilen sonuca erişmek mümkün değil. Bundan dolayı artık yüksek sesle kamunun üretim aşamasında tek başına ya da özel sektör ile işbirliği içinde yer alması gerektiği dile getirilmekte.
Bu öneriler bizi tekrar 1950’li yılların girişimci devletine geri götürmekte. Özellikle işsizliğin, güvencesiz, düşük ücretli çalışanların sayısının artması bu önerilerin altında yatan en önemli dayanaklar. Gazeteci ağzı ile yazarsak özelleştirme “out”, üretimde devlet varlığı “in” haline geldi.
Bu söylemden yola çıkarak devlet kapitalizmini ya da crony kapitalizmi (yandaş kapitalizmi) öne çıkartmak gibi niyetim yok. Çünkü devlet kapitalizmi yolsuzluk, popülizm demek. Rusya, Çin bu sistemin en iyi kötü örnekleri. Önerdiğimiz sistemin adı katılımcı ekonomi, katılımcı demokrasi.
TCMB ve hükümet bu örneklerden yola çıkarak kendine bir yol çizebilir. Olur mu? Bekleyip, göreceğiz.