Merkez Bankası Para Politikası Kurulu bugün tarihi toplantılarından birini gerçekleştirecek ve çok büyük bir ihtimalle 27 ay sonra ilk faiz artırımını yapacak. Böylece 2021 Eylül ayında “Yeni Ekonomi” adı ile uygulamaya giren model de resmen rafa kaldırılmış olacak.
Dün itibariyle piyasalarda ve şirketlerde tüm hesaplar yeni bir faiz artırım sürecinin başlayacağı şeklinde yapılıyordu. Artırımın boyutuna ilişkin farklı görüşler vardı. Epey taraftar bulan görüşlerden biri Merkez Bankası’nın bugün faizi yüzde 15-20’ye yükselteceği ve ardından gelecek iki toplantıda daha 5’er puanlık artışlarla süreci devam ettireceği şeklindeydi. Diğer bir görüş ilk etapta yüzde 25’e yükseltileceğiydi. Bir üçüncü görüş ise Banka’nın bir defa da yüklü bir artış yaparak faizi 35-40 civarına çekmesiydi.
Bana sorarsanız mevcut koşullarda, enflasyon görünümünde ve riskler altında en etkili yöntem üçüncü görüş, yani faizin beklenen enflasyonun üzerinde bir yerlerde belirlenmesidir. Neden mi? Açıklayayım:
Türkiye’nin üzerinde çalışılan yeni ekonomik programı uygulayabilmesi için döviz likiditesini rayına koyması ve döviz rezerv erimesini tersine çevirmesi gerekiyor. Dışarıdan sermaye girişi ve portföy yatırımları kuruduğu için seçim öncesinde döviz likiditesi daha çok ülkelerle ikili anlaşmalar yoluyla yapılan borçlanmalarla götürülmeye çalışıldı. Oysa ideal olan para ve sermaye piyasalarından kaynak çekebilmekti. Bu aşamada Türkiye’nin uluslararası portföy girişlerini tekrar çekebilmesi gerekiyor. Bu fonların önemli bir kısmı ise devlet iç borçlanma senetlerine geliyor. Her ne kadar enflasyon ile karşılaştırdığımızda bizim için çok cazip getiri sağlamasa da Türk lirası cinsi hazine bonoları ve devlet tahvillerimiz yüksek getiri arayışındaki yabancı fon sahipleri için oldukça cazip olabilir. Yeter ki; iki konuda emin olabilsinler. Bunlardan ilki Türk lirasının daha fazla değer kaybetmemesi. Eğer TL hızla değer kaybederse yatırımcının, vadesi geldiğinde ya da çıkmak istediğinde yatırdığı paranın altında bir parayla çıkması bile söz konusu olabilir. Oysa kur riskini üstlenmek istemiyor. İkinci risk ise faiz riski. Hazine kağıdını aldıktan sonra faizler daha fazla artarsa aldığı kağıdın fiyatı da düşeceği için portföyü değer kaybeder. Bu nedenle faizleri kademeli artış trendine sokmak yabancı yatırımcıyı da aksiyon almak için faizde zirveyi, yani yeni artırımları beklemeye yöneltir. Girişleri yavaşlatır.
Eğer makul bir hızda büyümek ve istihdam yaratmak istiyorsak, yabancı gelmezse gelmesin demek gibi bir rahatlığımız ne yazık ki yok. O nedenle “soluklanmak” ve doğru politikaları uygulamaya başlayabilmek için ilk aşamada dışarıdan kaynak girişlerini tekrar sağlamak zorundayız.
Bu aşamada en doğru hareket orta da ne daha fazla devalüasyon ne de daha yüksek faiz beklentisini bırakmamaktır. Yani Türkiye’ye çekmek istediğimiz yatırımcı için kur ve faiz riskini sınırlamaktır. Yerli yatırımcıyı çekebilmenin şartı ise aylardır negatif olan reel faizi terk edip, beklenen enflasyonun üzerinde yani pozitif reel faiz sunabilmektir.
Bu çerçevede en etkili yol faizleri zirveye çıkararak beklentileri yönetmek, kaynak girişini sağlamak ve belli bir dengeye geldikten sonra enflasyondaki görünümün de olumluya dönmesiyle faizleri kontrollü bir şekilde aşağı çekmektir. Yani faiz arttıracaksınız bunu bir hamlede yapıp daha yüksek faiz beklentisi bırakmamak, faiz indireceksiniz bunu kademeli ve zaman yaygın şekilde yapıp faizlerin daha da düşeceği beklentisini canlı tutmak hem yabancı sermaye çekebilmek hem de içerideki yastık altı kaynakları çekebilmek için daha etkilidir.