2019 yılından itibaren ekonomik krizler dünyanın hemen her ülkesinde daha da net olarak görülmeye başlandı. Yıl tamamlanmadan bunun üzerine; önce COVID-19 salgını, şimdilerde de Rusya-Ukrayna savaşı eklendi.
Sadece ekonomiler değil, artık sağlık, dahası hayatta kalmak, ön plânda olmak üzere ulusların başa çıkmak zorunda oldukları yeni sorunları, savaş dâhil, yeni konuları oldu…
Bu dönemde, Türkiye ekonomisi başta yüksek enflasyon olmak üzere birçok sorunla zaten mücadele etmekteydi.
Ülkemizde ekonomide ve dolayısıyla insanların günlük yaşamlarında karşılaşılan en büyük problem;
- Fiyat artışlarının devam etmesi,
- Hayat pahalılığı,
- Geçim zorluğu,
şeklinde özetlenebiliyordu. Fiyat artışları, fiyat artışlarındaki devamlılık, fiyat istikrarsızlığı, hayat pahalılığı ve geçim zorluğu şikâyetleri ve anahtar kelimeleri aynı cümlede yer alınca bunun İktisattaki karşılığının Enflasyon olduğunu artık herkes biliyor, çünkü yaşayarak deneyimlediler ve halâ hepimiz bu durumu yaşamaktayız.
Burada bahsedilen enflasyon türü itibariyle maliyet enflasyonu, yani arz enflasyonudur. Talep enflasyonu olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Aradaki farkın anlatımı basit olarak; üretimde maliyetlerin sürekli artışı dolayısıyla zorunlu olarak arzın kısıtlı gerçekleştirilmesi ve bunun da iktisadın temel kuralı olan arz-talep dengesiyle etkileşimiyle fiyatların artmasıdır. Tabii bunun enflasyon olarak tanımlanabilmesi için fiyat istikrarsızlığının bir defaya mahsus değil, sürekli olmasının gerektiği de unutulmamalıdır.
Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) Nisan’22 de Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yıllık olarak %69,97 olarak, Yurt içi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) yıllık %121,82 olarak açıklandı.
Kaynak: TÜİK
Tabloda 2020-2022 yılları arasında TÜFE’nin seyri gösterilmektedir. Dikkat çekici olan; 2021 Kasım itibariyle TÜFE’nin gösterdiği artış ve bu artışın 2022 Nisan itibariyle ulaştığı yıllık orandır.
Çok net bir enflasyon grafiği. Burada dikkatleri üzerinde toplayan diğer bir önemli husus da; TÜFE ile Yİ-ÜFE arasındaki makas tabir ettiğimiz farktır. Bu makas 2022 yılına kadar açılarak devam etmiş, 2022 I.Ç itibariyle artık eski dönemlerdeki kadar açık olmasa da, niteliğini sürdürmektedir. Bu fark; %51,85 mertebesindedir.
TÜFE ile Yİ-ÜFE değerleri arasındaki 51,85 olarak ifade edilen farkın düşündürdükleri;
1- Bu durum; ekonomide çok olağan karşılanan ve sıkça karşılaşılan bir durum değildir.
2- Üreticilerin yüksek maliyetle ürettikleri ürünlerini tüketicilere üretim maliyetinin altında, daha ucuza satarak zarar etmeleri beklenemez.
3- Çok uzun olmayan bir süre içinde Yİ-ÜFE enflasyonunun TÜFE enflasyonuna yansıtılması kaçınılmazdır. (Maliyet enflasyonunun göstergelerinden biri olarak kabul edilen bir durumdur.)
4- Kesin olmamakla beraber maliyetlerin tek bir defada değil, kademeli olarak yansıtılmasında iki etken olabilir. Bunlardan biri enflasyonun bu düzeye ulaşmadan çözümlenebileceği umudu…(Makasın uzun süreli ve açılarak devamı) Diğeri de üreticilerin üretimlerini keserek başka konulara girmeleri gibi bir elâstikiyetin olmaması, müşteri kaybetmeme, işini kaybetmeme gibi olağan davranışsal tutumlar göstermesi… Kolaylıkla anlaşılmış olduğu gibi burada bir süreliğine kâr marjından bir miktar özveride bulunduğu görülmektedir.
Bu durumda; “Ne olur” ve “Ne olmalıdır” sorularının değişik yanıtları vardır. Bugünlerde, özellikle sosyal medyada gündemde olan, tartışılan Ortodoks ve Heterodoks görüşlü iktisatçıların, son derece doğal olarak konuya yaklaşımlarında bazı farklılıkların olduğudur. Farklı çözüm önerilerinin ortaya çıkmasına neden olsa da, en nihayetinde varılması gereken sonuç, bir anlamda aynıdır; enflasyonla mücadele… Çözüm önerileri, yöntemleri farklı olsa da… Malum; enflasyonun pek azı karar, ama çoğu zarardır.
Yüksek enflasyon altındaki bir ekonomide faizlerin yükseltilerek kurların düşürülmesi kadar ve hattâ ondan da fazla enflasyonun artmasının önüne geçilmesi bu durumda yapılacak işlerden biridir. Ülkemizde bu böyle yapılmamış, aksine faizler önce düşürülmüş ve 26 Mayıs itibariyle beşinci kez sabit tutulmuştur. Oysa ileri ekonomilerde yaklaşım tamamen farklıdır. Örneğin ABD’de FED enflasyon artışına karşılık ilk olarak politika faizini artırmış ve yıl içinde enflasyonun durumuna göre yeni faiz artırımlarına da gidebileceklerini belirtmiştir.
Bu noktada dikkatler TCMB üzerinde yoğunlaşmaktadır. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 14 Ocak 1970 tarih ve 1211 sayılı kanunla kurulmuş, ülkenin tek Merkez Bankası’dır (MB). TCMB’nin ana işlevi; fiyat istikrarını sağlamak (Enflasyonla mücadele), politika faizi (PF) ile ve para politikası araçlarıyla bu fonksiyonu yerine getirmektir.
TCMB bağımsız çalışan, banknot basan, metal paraları da Darphaneye bastıran ve sadece TBMM’ye hesap veren bir kuruluştur. Uygulamada bu kurumsal yaklaşıma uygun davranılmamakta olduğu görülmektedir. Örneğin PPK (Para Politika Kurulu) toplantısı öncesi faizlere ilişkin görüşler açık olarak basında, medyada yer almakta, TCMB Başkanı sıklıkla değiştirilmektedir. Aşağıdaki listede mevcut iktidar döneminin 2006 yılından başlayarak günümüze kadar görev yapan TCMB Başkanları gösterilmiştir. CB Kararnamesi (no:3) MB Başkanları görev süresi 4 yıl olarak belirlenmiştir.
Durmuş Yılmaz (2006-2011)
Doç. Dr. Erdem Başçı (2011-2016)
Murat Çetinkaya (2016-2019)
Murat Uysal (2019-2020)
Naci Ağbal (2020-2021)
Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu (2021-…)
TCMB’nin bankalar arası haftalık repo ihalesinde uygulayacağı faize Politika Faizi (PF) denir. PF son zamanlarda %19+ lardan kademeli olarak %14’lere indirilmiş olup 5. kez %14 oranında sabit tutulmaktadır.
Ekonomilerde, mevduatların bankalarda toplanması, ulusal para biriminin kullanılması, yatırımların ulusal para birimiyle kredilendirilerek yapılması vb nedenlerle faizler daima enflasyonun üzerinde olmak durumundadır.
Aksi durumda;
MB’lerin en önemli sermayesi, tabii TCMB’nin de en önemli sermayesi “Güven” dir. W. Shakespeare’in ünlü sözlerinden birinde belirttiği gibi güven; ruh ile ten gibidir, kaybolduğunda geri gelmez. Bu noktadan hareketle, sıkça yapılan eleştiri konusunu aşağıda hatırlayalım;
TCMB ve TCMB Başkanı bağımsız hareket etmelidir, TCMB sadece TBMM’ye karşı sorumludur ve TBMM’ye hesap verir. TCMB’ye müdahale kabul edilemez. Kural böyledir ve TCMB Kanununda açıkça yer almaktadır.
Aksi durumda;
MB güven kaybeder, enflasyonla mücadelede ağır hasarlar alır. Tek başına güven kaybı alınabilecek en büyük hasardır. İşte tam bu noktada; güven konusunda, CDS gündeme gelir.
CDS, (Credit Default Swap) uluslararası para piyasalarında ülkelerin kredilendirme işlemlerindeki güvenirliğin ölçümünde kullandıkları bir değerlendirme sistemidir. CDS, yüksek olduğu ölçüde kredi talep eden ülkenin o krediyi bulabilmesi zordur, krediyi bulabilirse de SWAP yaparken çok yüksek faiz bedellerine katlanması şart olur. CDS, verilen kredi riskine karşı sigorta primi gibi de düşünülebilir.
İdeal ölçü 100 puan olmakla beraber kredilendirmede 300 puana karşı sorun görülmez. Daha üstüne yüksek faizli ve ciddi teminat karşılığı kredilendirme yapılabilir. Yanılmıyorsam 500 puana kadar. Türkiye’nin hafta içindeki günlük ya da beş yıllık CDS puanının 728 olduğunu dikkate alırsak durumun vahameti daha kolay anlaşılır. Satır arasında her iki zamanlamanın puanının aynı olmasını, riskin bu vadede azalmayacağı intibaını vermektedir…
Enflasyon; devam ederse, daha da artarak devam ederse, müteakip aşamaları şu sıradadır;
İktisadî tanımları bakımından olduğu kadar ve ziyadesiyle yaşanılan deneyimlerde Türkiye’nin Hiperenflasyon sürecine girmiş olduğu söylenebilir. Karamsar olmamaya gayret göstersem de stagnation sürecinin de artık başlamış olduğu gerçeğini görmek lâzım. Bu konu artık sadece ekonomi basınında değil, haberlerin genelinde de yer almaktadır. İşte o zaman; enflasyon, hattâ hiperenflasyonist baskı altında stagnation’ a girmek, Stagflation ’un içine düşmek demektir. Yani; enflasyon altında durgunluk…
Hep söylediğim gibi; iktisat eğitimimin ilk yılından itibaren en fazla endişelendiğim, daha cesur anlatımla en korktuğum Stagflation’ a girmektir ki, artık girdik… 90’lı yılların sonuna doğru Amman’da stagflation’un uygulamada ne demek olduğunu bir iş seyahatinde kısa süre için de olsa fiilen görmüştüm.
Bu koşullarda önemli bir başka konu, Enflasyon-Faiz-Kur üçgeninin diğer bir köşesinde yer alan kur konusudur. Kur’a bağlı diğer bazı tanımlamalar ve ekonomide yer alan başkaca unsur/konu ya da problemler de vardır. Bunlar içinde bulundukları ekonomi itibariyle problem de olabilir, başarılı birer politika olarak da tanımlanabilir.
Faizler; enflasyonist baskı altındaki bir ekonomide düşürülür ya da düşük oranda sabitlenirse kurları istikrarlı tutabilme olanağı kalmaz. Bu iktisat disiplini içinde bu şekildedir. Bu tek neden midir? Tabii ki hayır, ama ilk ve önemli nedenlerdendir. Tasarruflarda faiz getirisi, enflasyonun üzerinde olmalıdır ki; mevduat bankacılığı yoluyla da atıl değerler (Yastık altı) piyasalardaki dolaşıma sokulsun. Durağan parayı rica yoluyla ekonomi çarkına dâhil etmenin pek olanağı yoktur.
Aksi durumda;
Bunun dışında yabancı para birimleri (Örneğin Dolar) karşısında ulusal para birimi (TL) değerinin belirlenmesinin de şartları olduğunu hatırlayalım.