Sonbaharda 2021’e ilişkin öngörü yapmaya çalıştığımızda Mart ayının, ağırlaşan finansman koşulları ve kırılgan dengelerimiz açısından, risklerin en belirgin şekilde toplaştığı ay olacağını belirtmiştik. İşte şimdi o aydayız. Gerçi, adedimiz olduğu üzere, yolculuğumuz yine maceralı geçti ve başımıza kazalar geldi ama bu ay ile ilgili beklenti takvimi özel önemini koruyor. Bu özel önem, Türk ekonomisi ile ilgili dinamiklerin en fazla bağımlı olduğu ABD ve AB ile ilişkilerimizin yakın geleceğinin büyük ölçüde netleşmesi ihtimalinden kaynaklanıyor. Bir yandan ABD’nin yeni Başkanı ve ekibinin temel ekonomik ve jeopolitik sorunlara yaklaşımının, diğer yandan Türkiye’yi somut olarak ilgilendiren konulardaki tutumunun, bu arada gündeme gelecek olan Halkbank davasındaki durumun ne olacağı fazlasıyla önemli. ABD’nin küresel finans sistemindeki ve uluslarası finans kuruluşlarının bakışındaki ağırlıklı rolü malum. Aynı ağırlık, son yıllarda fazlasıyla angaje olduğumuz İran, S-400, Suriye ve Doğu Akdeniz gibi bölgesel jeopolitik riskler açısından da belirleyici. Dış ticaret ve dış yatırım bağlamında neredeyse iç içe, toplumsal ve kültürel bağlamda da oldukça yakın olduğumuz AB ile de uzun süredir donmuş ilişkilerin başta Doğu Akdeniz ve göçmen konuları olmak üzere pek çok alanda nereye doğru evrileceği, bu arada Doğu Akdeniz politikası ile ilgili yaptırım riskinin ne ölçüde gerçekleşeceği kritik bir hassasiyette. İçeride çetrefilliğini hiç yitirmeyen, yitireceğe de benzemeyen sorunlar yumağıyla boğuşurken bu savaşımı her bakımdan zorlaştırabilecek bu iki eksende yumuşamaya ve güvene çok ihtiyacımız olduğu açık.
Düşük büyümeye de risklere de devam
İçerideki gündemin ve risklerin çetrefilliğini sürdürdüğünü söyledik. Gerçekten de gerek enflasyon, işsizlik, dış ticaret gibi temel ekonomik göstergeler, gerekse ödemeler dengesi açısından hala güvenli bir patikadan uzakta ve ince bir ipin üzerinde görünüyoruz. 2020 yılı ile ilgili açıklanan %1.8’lik düşük ama yine de beklentilerin üzerindeki büyümenin bileşenleri itibariyle bakıldığında kalitesi ve hatta tutarlılığı tartışmalı. En büyük iki sektörden hizmetler %4 küçülürken, sanayi de onca kredi desteğine rağmen ancak %2 büyüyebilmiş. İstihdam oranı ise %43’e düşmüş. Ülke artan nüfusunu besleyebilmek için %5 büyümek zorundayken son üç yılda sırasıyla ancak %3, %0.9 ve %1.8 büyüyebilmiş, o da temel dengeleri bozmak ve cari açığı yeniden yükseltmek pahasına. Her büyüme puanının giderek daha fazla enflasyon ve cari açık sayesinde sağlanabilmesi çok tehlikeli bir trend olarak ortaya çıkıyor. Bu trend, borç stokunun kar topu gibi katlanarak büyümesiyle daha da pekişiyor. Bir yıl içinde borç servisi ve cari açık olarak ödenecek tutarın 200 milyar dolar olması, ülke risk priminin neden hala dünyanın zirvesinde olduğunu da açıklıyor. Nitekim geçenlerde enflasyonda artış belirtileri nedeniyle faizi yükselen ABD uzun vadeli tahvillerinden dolayı dolara karşı en fazla değer kaybına uğrayan para birimi yine TL oldu.
Dünyada pandemi nedeniyle daralan üretim ve aksayan lojistik, hammadde ve genelde emtia fiyatlarını da yükseltti. Nitekim geçen hafta brent petrolün varil fiyatı da 70 doları aştı. Bu da hem dış ticaret açığımız, hem de enflasyon açısından kötü haber. Çünkü ihracatımız ithalata bağımlı. Kredi teşviğine hız verdiğimiz 2020’de ithalat %7,4 artarken ihracatın %15,4 azalması korkutucu. Turizm gelirleri de düştüğü için döviz açığını karşılamak zorlaşıyor. Geçen yıl hem bu nedenle, hem de döviz fiyatını kontrol amacıyla 90 milyar doları aşkın döviz rezervi eritildi. Neyse ki bu artık fiilen tekrarlayamayacağımız bir hata. Ancak milli gelirin %5’ini bulan bir cari açığa artık %3.5 düzeyindeki bütçe açığı da eşlik ediyor. Bu ödemeler dengesi krizine kamu finansmanı krizinin de eklenmesi riskini arttırıyor. Tüketim bağlamında da sürdürülebilirlik sorunu var; geçen yıl toplam krediler %35 artarken tüketici kredileri %45 arttı. Kişi başına milli gelir 2009 düzeyinin altına, 8600 dolar’a düşerken gelir eşitsizliğinin büyümesi ve ücretlerin payının azalması, büyümenin kalitesi ile ilgili başka bir sorun.
İnce ip üzerinde ne zamana kadar?
Geçen yıl, en azından istihdam açısından, bir ölçüde krizi atlatmamızı kolaylaştıran Kısa Çalışma Ödemesi’nin bu ay sonlanacak olması da hem kamu finansman dengesi’nin zorlanmakta olduğunun, hem de işsizlikte daha da kötü bir tabloya hazırlıklı olmamız gerektiğinin habercisi. Aslında diğer ülkelere oranla oldukça yetersiz doğrudan gelir desteğinin sağlandığı ve kredi desteğine ağırlık verildiği bir yılın ardından, daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, KÇÖ’den daha geniş kapsamlı ve sadece şirketlere değil, hane halkına da doğrudan gelir trasferi içerecek bir kamu harcaması programına ihtiyaç var. Ancak mevcut hassas dengelerde bunun yapılması mümkün görünmüyor. Aşılamanın temposu ve zamansız normalleşme bakımından ortaya çıkan tehlike işaretleri de düşünüldüğünde yine zor bir dönemin eşiğinde görünüyoruz.
Son zamanlarda sıkça telaffuz ettiğimiz reform içeriğinin, çokça yaptığımız gibi, taktik mevzuat düzenlemelerinden ibaret olmayacağını gösterecek bir tutum değişikliği ve döviz dengesinde istikrar ve güven sağlayacak bir toplu kaynak girişi olmadıkça ince ip üzerinde yürüyüşümüz sürecek gibi.