“Makul ve düzgün” olandan yana duruyor muyuz?

Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ

Fransızlar “İnsan kendi köyünde peygamber olamaz” dermiş. Halkımızın akıl birikimi de, “ Ev danasından öküz olmaz” diye yaşamın bilinen gerçekliğini özlü bir sözle anlatır.

İnsan doğasında yakınında olanı “küçümseme”, uzakta olanı “abartma” eğilimi güçlüdür. Halkların akıl birimi uzakta olanı abartma eğilimini anlatmak için “davulun sesi uzaktan hoş gelir” uyarısı yapar.

Kulağımıza hoş gelmesi nedeniyle değil, gerçekten değerli bulduğumuz için uzaktaki bir tanıktan destek alalım: Paavo Jarvi Grammy ödüllü Estonyalı-Amerikalı orkestra şefi.Tonhalle-Orchester Zürich’in müzik direktörü, Deutseche Kammerphilarmonie Bremen’in sanat direktörü ve Parnü Müzik Festivali ile Estonya Orkestrası’nın kurucusu.

The New York Times’in Turning Point ekindeki değerlendirmesini Oksijen gazetesi yılbaşında dilimize de aktararak okuyucularıyla buluşturdu. Jarvi, “Dikkat sürelerinin kısaldığı ve popüler kültürün sindirilebilir içeriği tercih ettiği modern dünyamızda, senfoni orkestrası son derece az takdir edilen bir mücevherdir. Sadece elit sanatın bir kalesi değildir; uyum ve işbirliğinin hüküm sürdüğü ideal bir toplumu da temsil eder. Geçmişi, ırkı veya kişisel tercihleri ne olursa olsun, bir orkestranın her üyesi rolünü bilir, diğerlerini dinler ve mümkün olan en iyi performansı yaratma ortak hedefi doğrultusunda çalışır” diyor.

Orkestra ideal toplumun mikrokozmosudur

Jarvi orkestranın sunduğu müzik kadar, insanlara verdiği mesajı doğru anlamamız gerektiğini söylüyor :” Bir orkestra ideal bir toplumun mikrokozmosudur. Kendi fikirlerine sahip olmalarına rağmen işbirliği yapan ve uzlaşan son derece başarılı bölüm liderleri ve müzisyenlerinden oluşur. Bir orkestrada karar alma demokratiktir, ancak hiyerarşiye de saygı gösterilir; müzisyenler bir dereceye kadar bağımsızlıklarını ve kişisel ifadelerini korurken şefin vizyonuna güvenir ve onu takip ederler. Bu hassas denge, bireylerin liderliğine saygı duyarken birlikte çalıştığı iyi işleyen bir toplumu yansıtır.”

Şef, günümüzde orkestraların elitizmin sembolü olarak algılandığını, gerçeğin ise bunun tam tersi olduğunu, orkestraların kültürel dokumuza paha biçilmez değer kattığını da belirtiyor.

Özellikle büyük dönüşüm dönemlerinde, dönüşümü yaratan dinamiklerin yol açtığı “karmaşa” ile yönetim beceriksizliğinin çoğalttığı “kargaşa” önemli olanı öne çıkarır; değerli olanı da arka plana iter.

Tarihin derinliğinden ders

“Ağaca bakarken ormanı gözden ırak tutmanın” sakıncalarından uzak durmak için dünyanın saygın oyunlarından biri olan “satrancı” geliştiren vezirin Şah’a söylediklerini can kulağıyla dinleyelim.

Vezir, bütün gün zamanını satranç oynayarak geçiren Şah’ın tutumundan rahatsızlığını şu sözlerle dile getirir: “ Bu oyun, sadece zamanın sırtımızdan nasıl geçtiğini unutturmak için geliştirilmemiştir. Şah’ım, bu oyun size, vezirleriniz, adamlarınız, askerleriniz, atlarınız, filleriniz, arabalarınız ve kaleleriniz yoksa siz bir hiçsiniz, diyor. Zamanınızı öldürmekten daha çok sizi Şah yapanlarla ilgilenmelisiniz!”

Çoğu kez yaptığımız işin özünü gözen kaçırarak, işin anlamından uzaklaşırız. Orkestra dinlerken yapılan işin bize verdiği mesajı düşünmeden, sadece çıkarılan seslerle kendimizi çerçeveleyebiliriz. Satranç oynarken de “zaman öldürme” peşinde sürüklenirken; oyunun özünden uzaklaşabiliriz.

Yaşadığımız büyük dönüşüm, “ önemli olanla değerli olanı” karıştırmamızı, kargaşayı büyütmemizi ve derinliğine kavrayıştan uzaklaşmamızı alabildiğine besliyor.

Bugünün gerçeği

Almanya Başbakanı Olaf Scholz yılbaşı mesajında, ülke kaderinin “sosyal medya sahipleri” tarafından belirlenmesinin kabul edilemeyeceğini belirtiyor ve diyor ki:” Tartışmalarımızda kimi zaman bir görüşün ne kadar aşırı olursa olsun ilgi çekeceğini düşünenler bağışlanabilir. Ancak, Almanya’nın geleceği makul ve düzgün insanların büyük çoğunluğuna bağlı olacak!”

Popüler kültürün seline kapılarak, “kısa mesaja dayalı kolay sindirilebilir içerikten” yana mı, yoksa Scholz’un dediği gibi geleceği inşa edecek olan “makul ve düzgün insanlar” tarafında mı durduğumuzu anlamak istiyorsak, kendimize ayna tutup bir dizi sorunun yanıtını vermeliyiz:

- Bilimsel ve teknik gelişmelerin yarattığı karmaşayı kavrayışa dönüştürmek için “kısa mesajlı iletişim ve kolay sindirilebilir içerikten” yana mıyız?

- Anlayışlar, anlatılar, beklentiler, kurumlar, kararlar, uygulamalar ve uyum için “dip dalgaları” anlama ve anlamlandırmaya emek ve zaman harcıyor muyuz?

- Popüler kültürün fetişleştirdiği, herhangi bir sorunumuzu çözmeyen anlayış ve anlatımların peşine takılıyor muyuz; yoksa deneyimlere dayalı ayrıntıları kavramak için emek ve zaman harcıyor muyuz?

- Kimliğimizi bir “dış düşman” yaratma üzerine mi kuruyoruz; yoksa önce “kendine ayna tutan” yüzleşme özgüveni gösteriyor muyuz?

- Irk ve inanç gibi doğuştan gelen değerler üzerine kurulu bir “sosyal mesafe ayarı” mı yapıyoruz; yoksa “bilim, teknoloji ve aklın sorgulamasının” zor yolunu mu seçiyoruz?

- Aklımızı bir inanca, ideolojiye, babaya, kutba, hoca efendiye, bir bilene mi emanet ediyoruz; yoksa kendi deneyim ve birikimlerimizle bilgiye erişmeyi mi tercih ediyoruz?

- Sloganları ciddi fikirler yerine mi koyuyoruz; yoksa sloganın arka planını sorgulayan bütünsel bir analizle yolumuzu bulmaya mı çalışıyoruz?

- Egomuzu şişirerek “kibir ve üstünlük inancına” kendimiz kaptırıyor muyuz, yoksa gelecek inşa etme iradesinin gerektirdiği erişilebilir, katılımcı ve kapsayıcı anlayışın zor, ama kalıcı yolunu mu tercih ediyoruz?

- Öngörme ve önlem almanın bilinen en etkili yolu olan “plana” inanıyor muyuz, yoksa aşırı pragmatizmin israfçı aldatıcılığından yana mı duruyoruz?

- İnsan doğasının, ödünsüz ve etkili “gözetim ve denetim disiplini” olmadan “sapmalar” yapabileceğini bilerek mi iş yapıyoruz; yoksa “ kervan yolda düzelir” savrukluğunu benimsiyor muyuz?

- Kuramı, modeli, simülasyonu ve metodu küçümseyen bir anlayışın sahibi miyiz, yoksa aklı araçlarla güçlendiren bir yolun yolcusu mu?

Ne dersiniz? Ne kadar “aşırının tutsağı” ne kadar “ makul ve düzgün” olanın yanındayız?

Tüm yazılarını göster