İşletmecilik konularının dışına çıkmamak için kararlıyım. Makroekonomik konularda bile bunların işletmeleri bire bir etkilediklerini bile bile sessizliğimi bugüne kadar muhafaza etmeyi becerdim. Yoksa siyasi yetkililerin, politika yapıcıların makroekonomik kararlarının işletmeleri ve onların yöneticilerini hemen ve dolaysız olarak etkileyen yönlerini görmüyor değilim. Söz gelimi geliriniz Türk Lirası giderleriniz ABD Doları veya alacaklarınız Türk Lirası borçlarınız ABD Doları’ysa rahmetli dedemin tabiriyle “Yandı gülüm keten helva”. Nasıl bu durumdaki bir işletmenin ABD Doları’nın Türk Lirası karşısında değer kazanmasını bir işletmecilik sorunu olarak görmezden gelmesi nasıl olacak iş değilse işletmecilik konusunda yazı yazan birinin de “Beni ilgilendirmez” demesi aynı şekilde yorumlanmalıdır. Demem o ki bu konulara neden hiç girmediğimi soran okurlar bilsinler ki ilgili olmadıklarından değil. Başka nedeni var. Bir tanesi bu konuların işlenmesinde aradığım ‘bilimsel’ titizliğim.
Makroekonominin tanımı (ekonomi biliminin, toplam tüketim, toplam üretim, toplam tasarruf, toplam yatırım, toplam gelir (millî gelir) ve istihdam gibi toplam büyüklüklerini inceleyen ve bunlar ile ilgili çözümleme ve çıkarımlar yapan alt dalı) olarak veriliyor. Bu tanım konunun politika tasarımı süreçlerinden onları da siyasetten ayıramayacağınızı söylüyor. Yani makroekonomik konulara değineceksen siyasete de değineceksin. Türkçesi ya siyasetten başlayıp konuya geleceksin ya da konudan başlayıp siyasete geri gideceksin. Yani, diyeceksin ki “böyle bir karar alındı (veya alınacak) bunun ayakkabı boyası fiyatları üstünde olası sonuçları şunlar bunlar olur” veya “Bakın ayakkabı boyası fiyatları ne oldu bunun sebebi siyasilerin aldığı filan karardır.” Her hali karda makroekonomik konuları işleyeceksen siyaseti de irdeleyeceksin. Çıkarı yok.
Siyasi haberleri verenlerle ekonomik haber ve yorumları hazırlayanların bu nedenle çok sıkı iş birliği yapmaları gerekiyor. Eğer mümkünse siyasi karar alınmadan yok mümkün değilse alınır alınmaz kararın ne olduğunu, nasıl alındığını falan birileri dökerken birileri de muhtemel sonuçlarını irdelemeli. Eğer kararın geleceği yeteri kadar erkenden haber alınabilirse muhtemel sonuçlarıyla beraber anlatılması aslında bir görevdir de. Bu iş bilimsel yapılırsa birer tez olur.
Sözgelimi 14 Ekim 2020 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 68 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'nde yerli üretimin ve teknolojik kabiliyetlerin geliştirilmesini sağlamak, üreticilerin yatırım, üretim ve finansman süreçlerini kolaylaştırmak üzere kısa adı SAİK olan Sanayileşme İcra Komitesi'nin kurulmasına karar verildiği duyuruldu. Kararnamede, Başkanlığını Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yapacağı SAİK’in görev ve yetkilerinin sıralandığı 4'üncü maddenin e bendinde “Ülke için kritik öneme sahip şirketlerin ortaklık yapılarında, yurtiçi üretimin sürekliliğini ve ulusal güvenliği riske atabilecek değişikliklere ilişkin yapılacak işlemler konusunda karar almak” gibi bir ibare var. Bir sürü işletme sahibi endişelendi. Anlaşılan, işletme ortaklık yapısında bir değişiklik yapmaya kalktığında izlemeye alınacak ve SAİK ya olur diyecek ya da olmaz.” Şimdi bu konuda habercilerin yanına hukukçular, uluslararası işletmecilik uzmanları katılıp böyle bir kararnamenin olası sonuçlarını yatırımcının gözünden, şirket sahipleri yönünden, vs. irdelemelidir. Bu analizin ne kadar emek isteyeceğini sanırım anlatmama gerek yok.
Yukardaki örnek tamamen domestik bir politika kararı örneği. Makroekonomiyi bunun dışında etkileyen uluslararası politik kararlar da var. Bunlardan biri de yetkililerimizin dış politikada özellikle ticari çıkarlarımızın konu olduğu diğer ülkelerle olan ilişkiler konusundaki tutumları. Son yıllarda Türkiye’nin dış ilişkileri sanki giderek “Breh breh kızdırmayın, tutmayın bu aslanları” dedirtmek üzere tasarlanıyor gibi. Ülkemizin çıkarlarını korumak ve kollamak için gereken derecede öfkeli tepkiler elbette verilir alınacak riskler elbette alınır. Hiçbir vatandaşın bunlar sonucu doğabilecek zarar ve kayıpları düşünerek ülkenin çıkarlarını feda edeceğini sanmıyorum. Gelgelelim bazı öfke gösterilerinin fayda ve zararlarının yeteri kadar irdelendiği kanısında değilim. Burada basınımıza büyük görevler düşüyor. Gerekli çalışmalar yapılmadan yazılanlar çizilenler etkisiz kalıyor. Sempatizanlar “Analar ne aslanlar doğuruyor” diye yalakalık yaparlarken muhalifler “Kabadayılık dış politika oldu” diye eleştiriyorlar. Halbuki işletmelerimiz ve işletmecilerimizin uluslararası davranış ve kararların etkileri konusunda iyi araştırılmış çalışmalara ihtiyacı var. Her ne kadar bu celalli söylemlerin ne kadarı dış dinleyiciler ne kadarı iç dinleyicilere hitaben yapılıyor tam emin değilim ama hepsinin ufak tefek, irili ufaklı maliyetleri var. Umarım olası tepkiler ve karşı tedbirler konularında ‘siyaset ve ekonomi uzmanlarımız’ gerekli çalışmaları yapıyorlardır.
Sanıyorum orijinali İngilizceden gelen “Tüm genellemeler gibi bu genelleme de yanlıştır” diye bir ünlü deyiş vardır. Birçok ‘atasözü’ olarak nitelendirdiğimiz deyiş toplumsal hafızada yer etmiş deneyimlerden yapılan genellemedir. Hangisi yanlış hangisi doğru kararı duruma bağlı olarak değişir. Bu tür atasözleri ‘doğru’ kabul edildikleri için sık kullanılır. Söz gelimi “Öfkeyle kalkan zararla oturur” veya beş aşağı beş yukarı aynı anlama gelen “Keskin sirkenin küpüne zararı vardır” deyişleri bu tür atasözlerimizdendirler.
Öfkeyle kalkan zararla oturur deyişi ani öfke sonucu sergilenen davranışların iyi düşünülmediği, nasıl sonuçlar doğuracaklarının hesaplanamadığı için bu ölçüsüz, yanlış davranışın zararını davranışı yapanın göreceği anlamında kullanılan bir deyiştir. “Keskin sirke küpüne zarar” atasözü ise öfkeli ve sert kimsenin zararı kendisinedir’ şeklinde aşağı yukarı aynı manaya gelir. Benim gibi evlilikte elli seneyi bitirdinizse bu deyişlerin ne kadar doğru olduğunu bilirsiniz. Bizim evde öfkelenmek hanımın tekelindedir. Bu atasözüne hanımlar aşılı galiba çünkü ben ne zaman öfkeyle kalksam zararla otururum hanıma bir şey olmuyor. Neyse, deyişler bunlar ve ben doğruluklarına inanırım.
Rahmetli babamın nasihatleri arasında birini sık sık kullanırım. Hatta torunlarıma sık sık hatırlatırım. Babam “Kızgınken konuşma” derdi. Gerçekten de kızgınken yapılan konuşmalarda sonradan pişman olacağın şeyler söyleyebilirsin geri alması da zor olabilir. Hatta bazılarını asla geri alamazsın. Onun için ben kızgınsam hiçbir şey söylemem.
Birleşmiş Milletlerin Filipinler’in Manila kentindeki Asya Pasifik ofisini yönetirken işe bir eleman alınması gerekiyordu. Eleman sekretarya mensubu olacağından mülakat ve ön elemeleri güvendiğim sekreterime bırakmıştım. Sekreterim hemen benim ofisimin yanındaki ofiste oturuyor aramızda bir kapı var. Bir gün iş için gelen bir adayı mülakata almışken kapım aralık kalmış. Ben kariyerimde hiçbir zaman kapımı kapalı tutmadım. Ancak dışarda mülakat yapılırken kapıyordum tabii. Her nedense o gün kapı açık kalmış. Benim sekreter gelen hanım adaya beni tanıtıyor. Diyor ki: “Arada sırada fırça atar. Bağırıp çağırırsa çok takma. Gerçekten kızarsa hiç sesi çıkmaz, tek kelime etmez. Yani bağırırsa korkma susarsa işte o zaman kork.”
Son zamanlarda siyasetçilerimiz ya bu deyişi pek dinlemiyorlar veya başka nedenlerden öfkeyle kalkıp konuşuyorlar[1]. Söz gelimi Sn. Devlet Bahçeli "Bir Türk dünyaya bedeldir diyoruz fakat hiçbir dost ve kardeş ülkeden dimdik bir duruş göremiyoruz" diyerek dost ve kardeş edebiyatı yaptığımız fakat Azerbaycan’ı desteklemedikleri anlaşılan Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan’ı isim vererek azarlıyor ve "Bir Türk dünyaya bedeldir diyoruz fakat hiçbir dost ve kardeş ülkeden dimdik bir duruş göremiyoruz" diyor.
Sn. Erdoğan’da öfkesini saklamayan hatta derece derece arttığını gösteren konuşmalar yapıyor. 2018 yılındaki Kudüs mitinginde “İslam dünyası Kudüs konusunda sınıfta kalmıştır” diyordu. 2019’da “İsrail’in hoyratlığı kimi Arap devletleri tarafından teşvik ediliyor” dedi. 2020’de “Başta Suudi Arabistan. Sesin çıkmıyor senin. Ne zaman çıkacak?” derken listeye Umman, Bahreyn, Abu Dabi’yi de katarak “Oraya katılıp bir de alkış tutuyorlar. Yazıklar olsun. Acaba o alkış tutan eller bu haince atılan adımın hesabını nasıl verecekler” diyerek eleştirinin dozunu arttırdı.
Sn. Erdoğan “Bazı Amerikalılar çıkıyor, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i arıyor. Diyor ki, biz sizin yanınızda kim var biliyoruz, Erdoğan var Türkiye var. Biz Türkiye'ye de yeri gelirse yaptırım uygularız. Sen kiminle dans ettiğinin farkında değilsin. Yaptırımın neyse geç kalma yap” diyor. Yani ABD’ye posta atıyor. Aynı toplantıda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Hollanda Özgürlük Partisi Genel Başkanı Geert Wilders’e de tepki gösteren Erdoğan “Fransa’nın başındaki zat. Şaşırmış. Yatıyor, kalkıyor Erdoğan… Ya önce sen kendine bak. Dün de söyledim. Bu bir vaka… Bir kontrolden geçmesi lazım bunun. Bir de Hollanda’da bir milletvekili müsveddesi var. O da kalkmış bizimle ilgili bir şeyler yapıyor. Ya bir defa sen haddini bil. Kiminle yol yürüdüğünü hiç hesap ettin mi? Faşizm bizim kitabımızda yok. Sizin kitabınızda var. Haddini bileceksin. Faşizm de Nazizm de bizim kitabımızda, değerlerimizde yok. Onlar sizsiniz siz! Topraklarımız barındırdığımız, beslediğimiz mazlumlarla dolu. Sizin kulağınız var duymuyor. Gözünüz var görmüyor. Ağzınız var hakikati konuşamıyor. Faşist sizsiniz.” Diyerek öfkeli retoriğe devam ediyor. İslam ülkeleriyle soğukluğun sonucu mu başka nedenleri de var mı? Rakamlar bir ekonomik bedel ödendiğini söylüyor:
- “Türkiye ihracatının yaklaşık yüzde 20’si Ortadoğu ülkelerine yapıyor. 2020 Ocak-Haziran döneminde bu ülkelere ihracat 2019 yılına göre yüzde 15 düşerken aynı altı aylık dönemde Kuzey Afrika ülkelerine ihracat yüzde 20, İslam İş birliği Teşkilatı ülkelerine ihracat yüzde 15 küçülmüş;
- Dünyanın en büyük 250 uluslararası müteahhitlik firmasının 44’ü Türkiye firmaları. Türkiye bu alanda dünyada Çin’den sonra ikinci sırada yer alıyor ve müşterileri arasında Arap ülkeleri ön sıralarda. Suudi Arabistan 2018 yılında 3 milyar dolarlık proje ile ikinci en büyük müşterimizken 2019 yılında 550 milyon dolarlık proje ile yedinci sıraya düşmüş;
- BAE 2017 1.7 milyarlık proje ile üçüncü sıradayken bu tarihten sonra artık ilk 10 ülke arasında değil.
- Cezayir 2017’de 1.1 milyar dolarla üçüncü, 2018’de 600 milyon dolarla sekizinci sıradayken 2019’da o da sıralamadan çıkıyor;
- Sıralamada yükselen tek ülke Katar. 2017’de 500 milyon dolarla dokuzuncu sıradayken, 2018’de 2 milyar dolarla ikinci sıraya yükselmiş, 2019’da 1,3 milyar dolarla üçüncü sırada kalmış. Katarın artan katkısı öteki ülkelerin sebep olduğu düşüşü açığını kapamaktan çok uzak.”[2]
Sizin anlayacağınız bu tür karar ve davranışların bir bedeli vardır ve öyle görünüyor ki ödüyoruz. Dediğim gibi milli menfaatler uğruna gereken bedel ödenir ama en azından hesabı yapılmalıdır. Bir yazımda değindiğim COVID-19 hastalığı tanımını değiştirerek yaptığımızı sandığımız uyanıklığa İngiltere’nin tepkisinin bedelini araştıran ve yazan bir araştırmacı görmedim. Bunun gibi yukarıda çok küçük bir kısmına değindiğim davranış ve kararlar konusunda yapılan çalışmalara da vakıf değilim.
Benim bu tür araştırmaları yapacak ne ekspertizim var ne de vaktim. Ama birileri yapmalı. Özellikle siyasilerin kurmayları. Kurmaylık yağcılık değil karar vericileri doğru bilgi ve tercihlerden haberdar etmektir. Umarım danışılıyorlardır. Bu ülkelerle uzaktan yakından iş veya başka tür ilişkisi olan işletmecilerin bu bilgilere ihtiyacı var.
Sağlıcakla kalın.
Dipnot
[1] Aşağıdaki birkaç paragraftaki bilgilerin bir kısmı Sn. Bülent Danışoğlu’nun Bianet web sayfasındaki ‘Öfkeli İttifakın Dış Ticareti’ başlıklı yazısından ve gazetelerden derlenmiştir.
[2] Ibid