Mahalle esnafı nostaljisi

Hasan ARDIÇ Dünyada Ekonomi

Ekonomi Gazetesinde hayata dair yazılar, nostalji vb yazılar yazmak da neymiş, “Siz ekonomi yazıları yazmaya devam ediniz.” derlerse derhal Pazar Yazılarıma son veririm. Ama bugüne kadar değerli editörümden şimdilik de olsa herhangi bir uyarı almadım. 

Amacım, yoğun geçen hafta sonunda hiç olmazsa dikkatleri biraz dağıtmaya çalışmak ve bunu yaparken de biraz geçmişi anımsatmak, nostaljiye yer vermek ve dahası güncel sorunlardan hiç olmazsa birkaç dakikalığına uzaklaşmak…

Hepsi bu…

Bu hafta, konumuz, geçmişte İstanbul’daki erkek berberleri…

1960’lı yıllarda erkek çocuklarını berbere genelde anneleri götürürdü. Esasen berberler de bundan pek haz etmezlerdi, ama müşteri her zaman velinimet olduğundan saygıda da kusur edilmezdi. Ancak berber dükkânı sohbetlerinde biraz daha dikkat ve özen gösterilir, yanlış anlaşılmalara konu olabilecek sözler sarf edilmez, argo katiyen kullanılmaz, hiçbir şekilde açık-saçık fıkra falan da anlatılamazdı. Hattâ, Türkiye’de erkek berberi olmanın önemli gereklerinden biri olan futbol konuşmaları, takım kurmak, deplasmanda oynanacak maçlardan da bahsetmek, Spor-Toto Kuponu doldurmak gibi konulara bir süre ara verilirdi. Tabii diğer konu da hükümet kurmak ve hayat pahalılığı da açılmazdı. E ne olur ne olmaz, hani ağızdan kaçsa da bir hanımın bulunduğu ortamda küfür hiç olamazdı. Aman…

Bu durumdan biran evvel kurtulmak adına mı, hanımlara gösterilen nezaket gereği mi orasını bilemiyorum ama berberler, annesiyle gelen çocuk müşterilerini hiç bekletmez, derhal alırlardı. Önce meşin koltuk minderi ters çevrilirken koltuk üzerine şöyle sertçe bir vurulurdu. Bu; hem traşa davet, hem de bir nevi temizlik gösterisi anlamındaydı. Ama biz, o yaşlarda, boyumuz ermediğinden bu mindere oturtulmaz, o hiç sevmediğimiz tahta üzerine oturmak zorunda kalırdık. Tahta, koltuğun iki kol koyma yeri üzerine konur, berber eliyle (esasen bildiği halde) sağlamlığı kontrol eder ve bizi koltuk altlarımızdan tutarak havalandırır ve tahtanın üzerine oturturdu. İşte tam çocuk muamelesi… Zaten sevmediğimiz de buydu. Çoğul kullanıyorum; bazen tek bir anne birkaç arkadaş halinde bizi berbere götürürdü. Nöbetçi annelik yani…

Tanıdık berbere tarif gerekmezdi. O bildiğini yapardı, bildiği gibi traş ederdi. Bu arada berber, anneye hâl-hatır sorar, dükkândan ayrılırken de babaya selam söylerdi. Ritüel her yerde, hep bu şekilde olur muydu bilemiyorum, ama en azından bende böyle işlerdi… Beli bir yaşa geldiğimizde de, “Artık delikanlı oluyorsun, sana kolonya sürelim.” derdi bizim berber Mehmet Bey Amca… Bunu söylerken de anneme bakarak itiraz gelmezse başımıza friksiyon yapar gibi az bir miktar limon kolonyası sürülürdü. Kolonya genelde Pe-Re-Ja marka olurdu ve ben hep merak ederdim; Pe-Re-Ja ne demek acaba diye. Pepon, Rebecca ve Jack’ ın kısaltılmış şekli. Kişiler kurucu üç ortaklar ve de akrabalar. Bu bilgiyi onları tanıyan bir arkadaşımdan yıllar sonra tesadüfen öğrenmiştim. Pereja kolonyası galiba halâ var ve kalitesinden ödün vermeden pazarda yer alıyor.

Yer müsait olduğundan berber yıkanmış havlularını kapı dışında kuruturdu. Aynı renk, aynı boyda bir çok havlu. Bir kısmı yıkanmaktan biraz da solmuş, ama en azından temiz… 

Bu durum, berbere tek başına gidemediğim yıllarda, İstanbul’da, Aksaray’da böyleydi… Daha sonra ben kendi başıma berbere gidebilecek yaşa geldim (Bunun nasıl bir kriteri vardı bilemem) ve biz Fatih’e taşındık. Fevzipaşa Caddesi’ne… Evimiz Fevzipaşa Caddesi  31 numaradaydı, Dilek Pastanesinin üzerinde oturuyorduk. Berber de yine aynı cadde üzerinde, biraz daha İtfaiye tarafına doğru evden yaklaşık 150-200 metre uzaklıktaydı. İşte kriter-1: Eve yakınlık… Demek ki arkamdan, artık camdan mı bilemem, takip ediliyordum. Kriter-2: Uzaktan güvenlik takibi…

Berber, Salih Bey Amca, babamın berberiydi. İşte berbere yalnız gidebilme kriteri-3: Berber tanıdık olacak. E öyleydi. Ben de zaten artık büyüyor ve kendimce delikanlı oluyordum. Yaş 13 falan… Berbere girince selamlaşma ve müşteri varsa sıra bekleme. Orta sehpada hep var olan, bazen tarihi geçmiş eski sayılarıyla da olsa hep sevdiğim; Akbaba mizah dergisi. Beklerken mutlaka okurdum, hem de büyük keyifle…

Her gidişimde, saçımın nasıl kesilmesini istediğimi Salih Bey Amcaya tüm detayı ile uzun uzun anlatırdım. O da büyük bir suskunluk ve özenle dinler, arasıra dinlediğini başını sallayarak ifade ederdi ki zaten aynada da göz göze gelirdik. 

Aslında çok basitti istediklerim; kulaklarımın etrafının oyulmasını istemezdim ve biraz da, çok değil ama, favorilerimin olmasını rica ederdim. Bu derece masum ve basit istekler, gençliğe özenti… Ne olurdu sanki…

Ama sonuç hiç değişmezdi… Her traştan sonra, kulaklarımın etrafı en az bir ayda uzamayacak şekilde açılır ve benim favori dediğim ama Salih Bey Amcanın sakal başı olarak ısrarla söylediği saç bölümü de traş sonrası yok olurdu. Yapacak bir şey yoktu. Sonradan düşündüğümde aklıma gelen, muhtemelen babamın Salih Bey Amcaya yaptığı, benim saçımın kesilme modelinin tanımı geçerliydi.

Saç tıraşı bittikten sonra, öyle bugün olduğu gibi binbir çeşit şampuanla yıkamayı, saç yıkama bile yapılmazdı. Yerine… İnce ve sık dişli, klâsik berber tipi saç tarağına, avuç içinde tutulan bir tutam pamuk yedirilir ve saç üzerinde gezdirilmek suretiyle kalan saç ve kıl kalıntıları alınırdı, başka bir küçük pamuk da her iki kulağa sokularak güya kulak temizliği de yapılırdı. Servise bakın… Bu da bitince…

Ben, sanki istediğim olmuş gibi saygıyla teşekkür eder ve hayırlı işler dileyerek dükkândan ayrılırdım. Ancak ayrılmadan önceki son sıkıntım bahşiş konusunda olurdu… Aslında bunu traş boyunca düşünürdüm ve karar veremezdim.Bir taraftan babam “Sana hizmet edeni takdir ve maddi olarak da memnun etmelisin” nasihati kulaklarımdaydı da… Şimdi nasıl bahşiş verecektim? Ayıp olur muydu? Salih Bey Amca muhtemelen babamdan da yaşlıydı ve dükkânın da sahibiydi, patrondu. Hani çırağa ve belki kalfaya da bahşiş verilirdi de ustaya ve patrona verilebilir miydi? Üstelik 13-14 yaşlarındaki bir velet tarafından… O günün terbiye anlayışında zor bir işti bu… Bir taraftan Salih Bey Amca şeklinde bir hitap, diğer taraftan bahşiş… Zordu yeminle…

E sonra, biraz daha da büyüdüm, artık Lise’ye başlamıştım. O dönem; berber tanımı erkek kuaförü yenilemesine kendini kaptırmaya başlamıştı. Bugün nasıl hair designer (Saç tasarımcısı) deniyorsa o günlerde de bildiğimiz berber, olmuştu erkek kuaförü.

Değişen bir şey var mıydı? 

Evet…

Kullanılan parfümler, renkli önlükler ki çoğunlukla turuncu, mor gibi frapan nitelikli renkler tercih edilirdi, erkek kuaförünün ismi, çıraklara ki en fazla 15 yaşında olurlardı; falanca Bey olarak hitap edilmesi, Akbaba Dergisi yerinde bir kısım yabancı dergiler, randevu ile çalışılması ve tabii fiyat değişenler arasında önde gelenlerdi.

Ama sonuç; yapılan işin adı berberlik, bildiğimiz berberlik olsa da tıraşın en azından yapılış şekli değişmişti… Traş ile birlikte saç bakımı da yapılırdı. O dönemin belki ilk, ama en ünlü erkek kuaförü, Kuaför Vili idi. Osmanbey’den Şişli’ye doğru giderken sağ tarafta, Site Sineması Pasajında 2.ci katta… Telefonla önceden randevu alınır öyle gidilirdi. Randevu almazsanız beklerdiniz. Aslında ilk zamanlar eğlenceli bir kuaför salonuydu; konuşmalar, müşteri profili, daha önce görmediğim erkeklerin manikür ve pedikür yaptırmaları, saç boyamalar, vb…

Vili’de bahşiş vermek Salih Bey Amcanın berber dükkânındaki kadar zor olmuyordu, çünkü alenen herşey maddiyata bağlıydı ve bana göre son derece plastikti. Maddiyata bağlı olması bu defa problemin temelini oluşturuyordu… Çünkü traş zaten pahalıydı, e bir de bahşiş… Buna bütçe dayanmaz bir duruma gelirdi… Sonraları artan fiyatları kompanse etmek için saç yıkatmamak, çeşitli bahanelerle saç yıkatma opsiyonundan kaçarak durumu idare etsek de, Vili Kuaför maceramızın uzun sürmediği anlaşıldı herhalde… 

Çocuk halimizle memnunduk; Kuaför Vili’de tıraş olmak bir ayrıcalık, o günlerin moda deyimiyle havalı bir işti… İlk defa gördüğümüz Pino marka çam kokulu parfüm, saç traşı bile olsanız yüzünüze olmasa bile en azından ellerinize sürülen Arko Tam Yağlı El Kremi  bile bir farklılıktı… Bir de öyle kapı önünde havlu falan kurutulmaz, havlular kuru temizlemeden alınmış havasıyla naylon ambalaj içinde getirilirdi.

Daha sonraları beş yıldızlı otel berberleri moda oldu. Sosyetenin ilk tercihi buralarda tıraş olmaktan geçiyordu. Eh ben de artık okulla beraber de olsa para kazanmaya başlamıştım. İlk 5 yıldız otel berberi deneyimim İstanbul Hilton Otelinin Kuaföründe oldu. Zaten İstanbul Hilton’da American Express’te (Türk Ekspres Turizm ve Havacılık Ltd. Şti.) çalışıyordum. Hilton’da bu konuda hem mütevazı, hem de mükemmel bir berberlik servisi veriliyordu. Öyle ismin verdiği frafanlıkla falan ilgisi olmayan içtenlikte idi verilen tıraş hizmeti…

Daha sonra o dönemin yine çok ünlü beş yıldızlı İstanbul Otellerinden Divan Otel’de Vehbi Beye traş olurdum. Sevecen bir insandı, mütevazı olması beni memnun ederdi, adetâ abi-kardeş düzeyinde bir tıraş ve sohbet ortamıydı. Sonra Traş olmaya gittiğim İstanbul Hyatt Otelindeki Fuat’ı da burada tanıdım. Vehbi abi (Ben aslında doğrusu ağabey şeklindeki yazılış yerine abi yazmayı daha fazla seviyorum, kusura bakılmasın) bugünün ünlü berberi Şükrü Dudu ile Etiler’de yeni bir berber dükkânı açtı. Tabii ki çok gittim ve Şükrü’ye çok tıraş oldum. Bizim cümle Gassaray şürekâsı oraya gittik, çoğu halâ da gider…

Bir başka Galatasaray’lı sevgili Orhan Boran’ın, radyoda yaptığı bir sohbette dinlemiş ve etkilenmiştim ki aklımda kaldı bunca yıldır… Galiba Nadir Nadi ya da Yunus Nadi Beylerden biri, ama hangisiydi onu şimdilerde tam olarak anımsayamıyorum, insanın öldüğünde arkasından ağlayacağı bir berberi bir de barmeni olmalıdır dermiş. Barmen kısmı ayrı bir konu ama ben berber konusunda da istikrarı yakalayamadım. Oğlumda bunu yapayım derken, O da yurt dışında okuma ve çalışmayı seçince, ailemizde bu konu Nadi ailesindeki gibi olamadı…

Bugün ne hoşuma gidiyor biliyor musunuz? Basit bir kasaba berberinde saç tıraşı olmak. Temiz olsun yeter; ne dekorasyon, ne randevu, ne de beş yıldızlı otel altında olsun, gerekli değil… Hattâ hakikî ustura bulsam, acaba hijyen konusunu bir kenara bırakıp sakal tıraşı da olur muyum bilemedim şimdi. Galiba çekinir, büyük olasılıkla olmazdım…

İşte böyle dostlar…

İstanbul’da 1960’lardan bugüne erkek berberleri ve berberlik mesleğinin adetâ kronolojik gelişimi…

Beğendiniz mi, sizleri o eski güzelim gençlik yıllarına götürebildi mi yazım bunu şimdilik bilemiyorum. 

Ama, her zaman olduğu gibi yayından sonra bunu öğreneceğim. Hem okunma sayıları, hem de telefonlarınız bana sonucu verecek. 

E bu kadar traş yeter; herkese iyi bir hafta sonu ve güzel bir yeni hafta diliyorum.

Tüm yazılarını göster