Kuzey Makedonya-Türkiye: Ortak coğrafyadan ortak jeopolitiğe

AFRIM GASHI

Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Meclis Başkanı

Gözümüzün önünde yeni bir dünya yükselmekte ve bu dünya - içinde barındırdığı sınamalara rağmen - halklarımızın hafızalarında kazınmış pek çok güzel anıyı barındıran bir dönemin hazinesini gün yüzüne çıkarmaktadır. Bu durum, hiç şüphesiz, toplumsal düzenin anlamına ilişkin bireysel ve kolektif epistomolojiyi de etkiletmektedir.

Ortak coğrafya ve ortak tarih

  1. 1904 yılının sonbaharı. Bundan tam 120 yıl öncesi. III. sınıf kruvazör gemisi "S.T. İzmir" İstanbul limanından Beyrut'a hareket etmektedir. Hicaz Demiryolu'nun Şam-El-Man kesimini denetlemekle vazifeli bir heyet gemidedir. Heyet Başkanı, Permetli bir Arnavut olan ve bilahare Paris Barış Konferansı'nda o dönemde yeni kurulmuş olan Arnavutluk devletinin Başbakanı sıfatıyla göreceğimiz, Büyükelçi Turhan Paşa'dır. Kısa bir süre sonra gemiye Osmanlı İmparatorluğu Hariciyesine mensup 19 yaşında genç bir delikanlı da biner. Delikanlı, çalkantılı 1903-1908 yıllarında Sadrazam vazifesini ifâ eden Avlonyalı Ferid Paşa'nın torunudur. İyi eğitim almış ve diplomatik nezakete hâkim bu delikanlı, gemiye binerken Turhan Paşa'ya geminin uzun seyahat için yeterince rahat olmadığını söyleyerek latife yapar. Genç yaşta olmasına rağmen Turhan Paşa nezdinde saygınlığı olması sadece Sadrazamın torunu olmasından değil, aynı zamanda ikisinin de Arnavut asıllı olmaları ve latife konusunda birbirlerini anlamalarından kaynaklanıyordu.

Bu genç, Avlonyalı Ferid Paşa'nın torunu, Arnavut devletinin kurucu babası Avlonyalı İsmail Kemal Bey'in hem şahsi kâtibi hem akrabası Avlonyalı Ekrem Bey'dir. "Osmanlı Arnavutluku’ndan Anılar" isimli Arnavut tarihinin fevkalade önemli eserlerinden birinin müellifi de olan Avlonyalı Ekrem Bey, kitabın 30'a yakın sayfasını Sultan II. Abdülhamid'in en devasa projelerinden biri olan Hicaz Demiryolu'nun teftişine ilişkin seyahatine ayırmıştır.   

Seyahat esnasında gemi Rodos'a demirler ve Avlonyalı Ekrem Bey orada Çamerya bölgesinden Arnavut asıllı vali Prevezeli Abidin Paşa ile görüşür. Akabinde Beyrut'ta diğer bir Arnavut asıllı vali Ergirili Halil Paşa Alizoti ile görüşür, Şam'da ise Suriye Başkadısı Arnavut asıllı Libohovalı Nafiz Yusufati Efendi'yi, Maan şehrinde Ergiri bölgesinden Arnavut asıllı kaymakamını görür, Cebel-i Lübnan'da ise Avlonyalı İsmail Kemal Bey'in akrabası olması hasebiyle saygıyla karşılanır. Zira Cebel'i Lübnan'a ayak bastığında, 15 yıl önce Lübnan'da valilik yapmış iki Arnavut abidevi şahsiyeti Avlonyalı İsmail Kemal Bey ve İşkodralı Vasa Paşa'nın hatıratı oldukça tazedir. Mâlumu olduğu üzere İşkodralı Vasa Paşa önce Beyrut civarındaki St. Louis kilisesine defnedilmiş, bilahare kabri İşkodra'ya taşınmıştır.

İşbu genç beyefendi İstanbul'daki Yıldız Sarayı'ndan İmparatorluğun dört bir yanına dek bu denli önemli vazifeler ifâ eden Arnavutların mevcudiyetine şaşırır. Genç beyefendi herhalde Sultan Abdülhamid'in yakın geçmişte Arnavutça da yayınlanmış olan "Siyasi hatıratım" eserini okumamıştı. Padişâh mezkur kitabında Arnavutları şöyle tanılmayacaktı: "Aralarında bir kısmı Hristiyan aileler olsa da, Avrupa'da bulunan bir halk olarak Arnavutlar, kendilerine her zaman güvenebileceğimiz Müslüman kardeşlerimizdir." Ekrem bey bu kitabı okusaydı, kendisine büyük hayranlık beslediği ve İstanbul'daki hizmeti esnasında kendisini iki kez selamlamakla iftihar ettiği Sultan Abdülhamid'in bu sözlerini o anlarda muhakkak anacaktı.

  1. Günümüzde Arnavut bir öğrenci, eski Arnavutluk Başbakanı piskopos Fan Stilian Noli'nin hayatını okuduğunda, onun Edirne iline bağlı İbriktepe köyünde doğduğunu öğrenince şaşırmakta ve Arnavut edebiyat geleneğinin en mütemeyyiz yazarlarından biri, 10'dan fazla yabancı dil bilen ve hatta Ömer Hayyam'ın rubailerini Arnavutçaya tercüme etmiş olan, Ahmet Zogu iktidarından önceki son Arnavutluk Başkanı görevini ifâ etmiş Ortodoks bir Hristiyanın 1882 yılında Edirne'nin köylerinden birinde nasıl doğmuş olabileceğine açıklık getirememektedir.

  2. Dahası, günümüzde bir Türk öğrenci de Çanakkale kabristanını ziyaret edip Çanakkale Destanı'nı kanlarıyla yazmış olan şehitlerin arasında Kalkandelenli, Üsküplü, Prizrenli, İşkodralı ve Priştinelileri görünce aynı oranda şaşırmaktadır. Churchill'in hakkında "Biz Çanakkale'de Türklerle değil Tanrı ile savaştık ve kaybettik" sözleriyle tanımladığı bir savaşta Arnavutların Türkiye için neden savaştığını günümüzde Türk öğrenciler açıklayamamakta, Arnavut öğrenciler ise bunu hiçbir anlam verememektedir. Buna rağmen hem Türk hem de Arnavut gençler günümüzde "Çanakale içinde Aynalı Çarşı" (Arnavutçası: Çanakalaya brenda nyi bunar n’midis) türküsünü dinlemeye devam etmektedir. Türkü sadece beste ve güftesiyle benzer olmakla kalmamakta, onu dinleyen her bir Türk ve Arnavut gencinde benzer duyguları tetiklemektedir.

Bir Türk genci ve bir Arnavut gencinin bu olayları kavrayabilmesi için, tarih dersinde Balkanlar ve Anadolunun altı asır boyunca bir bütün olduğu, Osmanlı İmparatorluğu'nun Fars İmparatorluğu'ndan Avrusturya-Macaristan İmparatorluğu'na dek büyük bir coğrafyaya yayıldığını, sosyolosi dersinde "Osmanlı" ifadesiyle Kafkaslardan Bosna'ya dek yaşayan halkların tamamının kapsandığını, dilbilimi dersinde de Osmanlıca'nın beş asırdan uzun bir süredir İmparatorluk sınırları içerisinde yaşayan herkesin ortak dili olduğunu ve Türkleri, Arapları, Farsları ve hatta Arnavutları, Makedonları ve Balkanlardaki bilcümle halkları birleştirdiğini öğrenmelidir.

Eğitim, kültür ve millet inşası

Eğitim konusuna değindiğimizde de, günümüzde İstanbul Üniversitesi'nde eğitim gören bir öğrenci, işbu prestijli üniversitenin ilk rektörünün günümüzde bile pek çok düşünürü etkileyebilen Çameryalı bilge insan Hasan Tahsin Hoca olduğuna şaşırabilir. Elbette o dönemde Arnavutlar, Makedonlar ve diğerleri kendilerini Osmanlı hissediyordu ve devleti kendi vatanı olarak addettiklerinden, ilerlemesi için çaba sarf ediyorlardı. Şemseddin Sâmi Osmanlıca metinlerinde “bizim vatanımız”, “bizim dilimiz” ve “bizim milletimiz” ifadeleriyle Osmanlı devletini, Osmanlıcayı veya akabinde seyreden Türkçeyi ve Osmanlı milletini, doğrusu Türk milletini kast ediyordu. Buna rağmen, aynı Şemseddin Sâmi Arnavutça yazdığında “vatanımız” ile Arnavutluk’u, “dilimiz” ile Arnavutçayı ve “milletimiz” ile Arnavut milletini kast etmekeydi. Tam da bu yüzden, Japon bilim adamı Yumi Ishimareu Üsküp’te Sâmi’nin vefatının 100. sene-i devriyesi münasebetiyle düzenlenen bir konferansta, Sâmi’nin “Sabah” ve “Hafta” gazetelerindeki makalelerine ilişkin şunları söyleyecekti: “Biz onu ne bir Türk milliyetçisi, ne de bir Arnavut milliyetçisi olarak nitelendiremeyiz. Onun, dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden entegrasyonu ve dayanışmasını arzulayan ve onu hayal eden tipik bir Osmanlıcı olduğunu söyleyebiliriz.”

Sâmi’nin milliyetçilik fikriyatı, Yusuf Akçura’nın 1904 yılında kaleme aldığı manifesto mesabesindeki “Üç Tarz-ı Siyâset” (Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük) makalesinde pek iyi açıklanmıştır. Müellif makalesinde Şemseddin Sâmi’yi Necip Asım ve Veled Çelebi ile birlikte Türk milliyetçileri sınıfında konumlandırmış, Sâmi’nin Arnavut asıllı olduğunu belirtip ismini Türkçüler arasında zikretmiştir. Günümüzde bir Arnavut’un Türk milliyetçisi olması çekişkili gibi görünebilir, fakat bundan 120 yıl önce bu olağan bir durumdu. Diğer taraftan yine aynı Şemseddin Sâmi Arnavutlar tarafından haklı olarak “Ne İdi, Nedir, Ne Olacak?” eseriyle Arnavut milliyetçiliğinin babası olarak kabul edilmektedir ve Agâh Sırrı Levend de bu konuda yazı yazmıştır. Arnavut milletinin oluşması fikrinin dile getirildiği eser, Arnavut milliyetçiliğinin manifestosunu teşkil etmektedir, dolayısıyla Sâmi de Arnavut milliyetçilik fikriyatının babası olarak kabul görür. Peki bir Türk milliyetçisi ve bir Arnavut milliyetçisi tek bir şahsiyette nasıl birleşebilir? İşte bu, şahsına münhasır bir mucizedir ve bu mucize kaleme döküldüğünde ortaya Kâmûs-i Türkî, Osmanlıca dilinde yazılan edebî eserler, altı ciltlik “Kâmûsü’l-A’lâm” ve Osmanlıca yayınlanan birkaç gazeteyle birlikte “Arnavutça Dili Alfabesi”, “Arnavut Alfabesi” ve “Dheskronja” (Coğrafya) gibi Arnavutça eser ya da Sâmi’nin şahsiyetini en iyi açıklayan bir başyapıt olarak “Besâ Yahut Ahde Vefâ” tecessüm eder. Bilindiği üzere “Besâ Yahut Ahde Vefâ” Arnavut “besa”sını konu edinen, Osmanlıca dilinde yazılmış, Arnavutça karakterler ve Arnavut cemiyetinde yaşanan olayları anlatan ve bilahare dönemin İstanbul tiyatrosunda da sahnelenen eserdir.

Türkçü olup Ziya Gökalp’in Türk milliyetçiliği fikirlerini Arnavut milliyetçiliğinin şekillenme sürecine aktaran diğer bir isim ise Branko Mercani’dir (1894-1981). Mercani Arnavut kamuoyu tarafından,  Ogyst Komti ve Emil Durkhemi tarafından da desteklenen Arnavut milliyetçiliğinin progresif yüzünü teşkil eden Neoarnavutçuluk konseptinin müellifi ve 1936-1939 yılları arasında yayınlanan “Arnavut Gayreti” dergisinin yayıncısı olarak bilinmektedir. Mercani, 1939 yılından itibaren vefat ettiği 1981 yılına dek İstanbul’da yaşamış ve Baha Özler mahlasıyla “Hürriyet”, “Yeni Gazete” ve “Günaydın” gazetelerinde makaleler yazmıştır. Enteresan ve biraz şaşırtıcı, değil mi?!

Ulus devletler ve yeni etkileşimler

Branko Mercani dönemi esasen modern Türk devleti ve Balkanlardaki diğer modern ulus devletleri kapsamaktadır. Bizler bu dönemde de birbirimize kayıtsız kalamadık.

Kuzey Makedonya’nın Debre şehri yakınlarında Kocacık isimli bir köy bulunmakta. Modern Türk devletinin atası Mustafa Kemal Paşa’nın baba soyu Kocacık yörüklerine dayanmaktadır. Dahası, Mustafa Kemal Paşa gelecekte büyük bir komutan olmasında fevkalade önemli bir yer edinen askeri eğitimini de yine günümüzde Kuzey Makedonya sınırları içerisinde bulunan Manastır’da almıştır. Günümüzde Atatürk ismi her anıldığında kendisinin ülkemizle ilişkilendirmesi bizleri her daim gururlandırmaktadır.

Günümüzde pek çok Türk vatandaşının Kuzey Makedonya için çok fazla fikir sahibi olmadığını biliyorum, belki de Türk yazar Necati Cumalı’nın XX. asırda Makedonya olarak bilinen coğrafyadan hikâyeler ve röportajları içeren ve Arnavutçaya da tercüme edilmiş olan “Makedonya 1900” kitabını okusalardı, Florinalı bir Türk’ün Makedonya algısını ve bunu bilmelerinin neden önemli olduğunu çok daha net anlayabilirlerdi.

Makedonya aynı zamanda eski Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Başbakanı Ali Fet’hi Okyar’ın vatanı olmakla da övünmektedir. Günümüz Kuzey Makedonya’sının Pirlepe kentinde doğmuş olan Okyar, XX.asır sonu ve XXI. asır başındaki en büyük Balkan yazarlarından Luan Starova’nın romanlarında sıklıkla zikredilmektedir. Zirâ Okyar, Sosyalist Makedonca Cumhuriyeti’nin son Meclis Başkanı Vulnet Starova ve Yugoslavya’nın Tunis ile Filistin Büyükelçisi, bilahare Makedonya’nın Paris Büyükelçisi Luan Starova’nın öz dayısıdır. Luan Starova’nın “İstanbul Göçmeni” romanını okuyanlar, onların aile bağlarına özlem duyar. Eskiler “Dünya küçüktür” der. Sadrazam Ferid Paşa döneminde başlayan bu geleneğin günümüze dek devam etmesi mutluluk verici.    

Ve elbette bugün mutlak suretle anmamız gereken diğer bir isim İstiklâl Marşı’nın yazarı Mehmet Âkif Ersoy. Her ne kadar kendisi Akçura’nın tanımlamasıyla İslâmcı olarak nitelendirilebilse de, Türk millî marşının metni o denli derin bir sevgiyle yazılmıştır ki, günümüzde kendine Türk diyen hiç kimseyi kayıtsız bırakmamaktadır. Dahası, bu etki sadece Türk kimliğiyle de sınırlı değildir, dolayısıyla Âkif bir şiirinde kendisini “Bunu benden duyunuz, evet… ben ki Arnavudum” sözleriyle tanımlasa da, onun Arnavut kimliğinin sınırlarını aştığını söylemeliyiz. Birkaç yıl önce Âkif’in babası Tahir Efendi’nin doğduğu Kosova’nın İpek şehrine bağlı Aşağı Suşitsa köyüne gittim ve orada Âkif’in uzaktan akrabalarıyla tanıştım. Onlar Âkif’in bu denli abidevi bir eser bırakmış olmasıyla iftihar ediyorlardı.

Güzel Üsküp’ümün hakkında girmemek için son olarak Türk şiirinin üstadı Yahya Kemal Beyatlı’yı da zikretmeliyim. Üsküp merkezli “Logos-A” Yayınevi tarafından Arnavutçaya tercüme edilip yayınlanan “Siyasi ve Edebi Hatıralarım” eserinde Üsküp’ü hasretle anmaktadır. Üsküp’ün İsa Bey Camii avlusunda merhum validesinin mezar taşını muhafaza eden bizler ise onun her bir mısrasına Üsküp’e özlemini nakşettiği dizelerini anımsıyoruz:

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.

Bu tür örnekleri çoğaltabileceğimize eminim, mutlaka sizin de aklınıza başka örnekler gelmiştir. Tarihten günümüze yaptığım bu değerlendirmeyle şu sonuca varmak istiyorum: Osmanlı İmparatorluğu’nu birlikte inşa ettik, yeni Türkiye’yi de birlikte inşa ettik, Türk, Arnavut ve Makedon kültürlerini de birlikte inşa ettik, günümüzde ortak bir istikametimiz var, geriye geleceğimizi de birlikte tasarlamak kalıyor.

Ortak jeopolitik

Kıymetli hazirun, pek çok düğümü olan ve farklı etnisiteler, kültürler ile dinleri müşterek coğrafyamızın gökkubbesi altında buluşturan bu tarihi serencam, günümüzde ancak akademisyenlerin okuduğu edebi ve tarihi eserlerde kalmış olup, geniş kitleler tarafından unutulmaya başlamıştır. Maalesef, Türkiye’de ve ülkemizde genç neslin bu kitapları pek az okumaktadır ve yine maalesef bugün değindiğimiz hususlar sıklıkla çarpıtılmaktadır. Bunun ardında objektif olduğu kadar sübjektif, politik ve jeopolitik sebepler vardır.

Ulusları ve ulus devletlerini ortaya çıkartan modernizmin kendi hedefi vardı. Kimi evrensel değerlerin çıkarlarını göz etmek suretiyle etnik ve ulusal kimliklerin oluşturulması süreci, devletler arası sınırlar gibi bir kısmı reel, bir kısmı da Doğu ve Batı, Avrupa ve Balkanlar, demokrat ve demokrat olmayanları ayıran siyasi ve jeopolitik arka planları olan hayali sınırlar inşa ederek belirli değerleri güçlendirdi. Bizler özgürlük, demokrasi ve tarihte görüşmemiş teknik – teknolojik gelişime sebep olan modernizme müteşekkiriz, lâkin Osmanlı İmparatorluğu döneminde tüm bu halkları bir arada tutan millet sisteminin sunduğu kozmopolit yaşamı da hatıratımızdan silmedik.

Coğrafya statiktiktir, teknik – teknolojik gelişimi ise bunun aksine dinamik ve prograsiftir. Bunun sonucunda da bir kısmı gerçek, bir kısmı da hayali olan bariyerleri yıkar. Bu sayede, geçmişte türkülere konu olan İstanbul’u görme hayali günümüzde Üsküp’e 1 saatlik mesafeye dönüşmüştür. Geçmişte halkımın mensupları zamansız bir zamanda İstanbul’a tek yön tren bileti alırken, günümüzde sırf Boğaz kenarında bir kahve içmek için bile İstanbul’a gelinebilir. Günümüzde İstanbul bize sıklıkla Manastır, Pirlepei Ohri, Priştine ve Tiran’dan bile daha yakındır. Küresel dünyada kahvaltıyı Üsküp’te, öğle yemeğini Boğaz kıyısında, akşam yemeğini de Ohri gölü kenarında yiyebiliriz. Eski olan her şeyi yıkan bir intiba bırakan bu serüvenin, geçmişin temellerine istinaden yeniden keşfedilen kimi değerleri de ortaya çıkardığı söylenebilir.

Kuzey Makedonya Cumhuriyeti devleti, Ohri Çerçeve Anlaşmasını esas alan çok etnisiteli işlevsel demokrasisiyle günümüze uyarlanmış bir millet sisteminden başkası değildir. Günümüzde bizler pek çok sınamayı karşımıza alarak, ağır ve sorumluluk sahibi adımlarla, güvenli bir şekilde din, dil ve ırk ayrımı olmadan herkesin kendisini özgür hissedeceğiz kozmopolit boyutları olan çok etnisiteli bir devlet inşa ediyor olmakla iftihar ediyoruz.

İnşa ettiğimiz politikaların ve hoşgörü ile karşılıklı anlayış kültürünün sonuçları da ortada. Bugün Ohri ve Üsküp’ü en çok Türk turistlerin ziyaret etmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’nin güvenebileceği dostu ve stratejik ortağı olması tesadüf değil.  

Tarihçiler geçmişten süregelen işbirliğini ve zaman zaman yaşanan kimi anlaşmazlıkları değerlendire dursun, siyasiler olarak bizim görevimiz ortak hedefler doğrultusunda müşterek çıkarlarımızı esas alarak erdemli ve vizyoner bir şekilde işbirliği yapabileceğimizi göstemektir.

Bugün, geçmişte olduğu gibi aynı imparatorluk bünyesinde yaşamıyoruz, fakat aynı güvenlik şemsiyesi altındayız ve devletlerimiz özgürlük, demokrasi, adalet gibi ortak değerleri esas almaktadır ve bu değerler bizi Avrupa Birliği istikametinde birleştirmektedir. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda tarihin en güçlü askeri ittifakı olan NATO’da müttefiktir. Elbette biz Türkiye Cumhuriyeti’ne kıyasla çok küçük bir ülkeyiz, fakat aynı güvenlik şemsiyesinde yer almamız hasebiyle, birlikte dünyanın her yerinde her zaman barışın hâkim olması için katkı sunmaya çabalıyoruz. Bu doğrultuda Türkiye’nin askeri ve savunma birikiminden öğreneceğimiz çok şey var ve bu alanda Türkiye’nin yıllar boyunca bize sunduğu desteklerden dolayı müteşekkiriz. Avrupa entegrasyonumuzda karşılaştığımız sınamalara rağmen – ki Türkiye de benzer sınamalarla karşı karşıya kaldı ve bunların tek suçlusu bizler değiliz – iki devlet olarak demokrasi, insan hakları ve adaletin gelişimi ile malların, insanların, fikirlerin ve sermayenin serbest dolaşımına imkân tanıması bakımından Avrupa Birliği üyeliği hedefine bağlı kalmaktayız.

Bu vesileyle Türkiye Cumhuriyeti’nin son yıllarda ülkemizde ekonomik yatırımlar alanında bankacılık, otelcilik, havalimanı işletmeleri, gıda teknolojisi, sanayi, “Maarif Okulları” ve Uluslararası Balkan Üniversitesi ile eğitim v.b. alanlarını kapsayan geniş bir yelpazeyi kapsayan devasa adımlar attığını belirtmeliyim. Ticaret hacmi rakamlarımız da etkileyici ve ümit verici. Bunların ilişkilerimiz açısından daha müreffeh bir geleceği garanti eden adımlar olduğu ve bu adımlar vasıtasıyla halklarımız ve devletlerimiz arasında yeni işbirliği köprülerinin inşa edileceği, böylece ayrılan Balkanların yeniden ve bu sefer değerleri, ilkeleri ve günümüz çağının ihtiyaçlarını esas alarak birleşeceğini düşünüyorum.

Kırılgan ve bölünmüş Balkanların yeniden birleşeceği ve sadece bölgemizle sınırlı kalmayıp daha geniş çerçevede de medeniyetlerin, kültürlerin ve inançların birleşme noktası olacağı, barışın, güvenliğin ve refahın egemen olacağı bir coğrafyaya dönüşeceğine dair inancım tamdır. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti farklılıkları esas alarak inşa edilen üniter bir devlet ve toplum örneğiyle, coğrafyamızın bütünleşebileceğini göstermektedir.

-----------

*Türkiye ziyareti kapsamında 4 Ekim’de Marmara Üniversitesi’ndeki hitabından.

Tüm yazılarını göster