20. yüzyılın başı küresel savaş, sonu soğuk savaş dönemiydi. Soğuk savaşın uzantısı 21. yüzyılın başına da sarktı. Bu dönemde dünyada çatışmalar bölgesel düzeyde kaldı. Çoğunlukla vekil güçler üzerinden etki savaşları yürütüldü.
Ancak Ukrayna savaşı bu durumun 21. yüzyılın ikinci yarısında tamamıyla değişeceğinin işaretlerini verdi;
Rusya’nın etkisi altındaki yerel güçler yerine, Ukrayna’da doğrudan kendi ordusuyla girmesi, artık “vekaletler savaşları” devrinin kapandığının, küresel güçlerin bizzat, tüm gücüyle savaşa dahil olmalarının ilk örneği.
ALMANYA’NIN SİLAHLANMASI
Yeni süreçte bir başka “zihniyet değişikliği” de Almanya’da yaşanıyor. İkinci dünya savaşının ardından savunmasını NATO’ya emanet edip, buraya harcayacağı parayı ekonomik gelişmeye yatıran Almanya, Ukrayna savaşıyla birlikte müthiş bir silahlanma hamlesine girdi.
Bu yılki bütçesine mevcut savunma harcamasına ek 100 milyar Euro silah harcaması koyan Almanya, ayrıca bundan sonra her yıl bütçede savunmaya ayıracağı payı arttıracağını açıkladı. Kabaca yıllık 75 milyar Euro ek savunma bütçesi anlamına geliyor bu artış.
Almanya Savunma Bakanı Christine Lambrecht geçen hafta hedefi de ortaya koydu; Almanya’nın “Avrupa’nın lider askeri gücü olmayı amaçladığını” açıkladı. Lambrecht Alman Dış İlişkiler Konseyi’nde yaptığı konuşmada, sık sık Ukrayna savaşına referans verip, bunun bir dönüm noktası/Zeitwende olduğunu söyledi.
Almanya’daki bu yeni yaklaşımın, tüm dünyaya etkisi olması kaçınılmaz; Öncelikle Avrupa Birliği içindeki dengeleri değiştirecek yeni bir olgu bu. Bugüne kadar Almanya AB’nin ekonomik lokomotifi olmayı üstlenmişken, siyasi ve askeri alanda öne çıkan ülke daha çok Fransa oluyordu. Ancak Almanya’nın “Avrupa’nın lider askeri gücü olma” hedefiyle birlikte, ekonomisi Almanya’yla rekabet edebilecek düzeyde olmayan Fransa’nın elinden “AB’nin siyasi önderliğinin” kaymaya başlayacağını söylemek mümkün. Bu durumun Avrupa kıtasında yeni bir gerilim yaratıp yaratmayacağını zaman gösterecek elbette.
Almanya’nın bu hamlesinin ardında ABD’ye karşı artan güvensizlik yatıyor; Bir önceki Amerikan Başkanı Donald Trump’ın NATO’yu hor gören tutumu Berlin’de alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Biden “America is back/Amerika geri döndü” diyerek, NATO’yu yine Washington’un savunma politikalarının merkezine koysa da, bir sonraki Başkanlık seçiminde ne olacağı meçhul. Belli ki Alman siyasetçiler, savunmanın kaderini ABD’ye terk etmenin yaratabileceği olası sıkıntıları şimdiden hesap ediyorlar.
Diğer yandan, Almanya’nın Avrupa güvenliğinde “elini taşın altına koyması”, orta vadeli planları Çin’in etki alanını genişletmesini engellemek olan ABD’yi de bir ölçüde rahatlatacak cinsten. Amerikalılar artık Asya-Pasifik bölgesine daha rahat güç kaydırabilecekler.
UKRAYNA’NIN “GARANTİ” ARAYIŞI
Dünyada artık çatışmaların “küresel boyuta geçtiğini” gösteren bir başka işaret ise, Ukrayna yönetiminin Rusya ile uzlaşmak için öne sürdüğü barış şartlarında yatıyor.
Zelensky’nin ofisi tarafından hazırlanan taslak güvenlik belgesinde, Ukrayna’nın güvenliğine garanti olması istenen dört ülkenin adı geçiyor; İngiltere, ABD, Türkiye ve Avustralya.
ABD’nin “Batı cephesinin lideri” konumu, İngiltere’nin Ukrayna-Rusya savaşında Kiev yönetimi yanındaki fazlaca hevesli tutumu, Türkiye’nin de askeri açıdan en güçlü bölge ülkelerinden biri olması, “garantör” olmaları için makul nedenler. Ancak listeye çok uzaktaki Avustralya’nın bile eklenmiş olması, artık dünyadaki çatışmaların nasıl küreselleşmekte olduğunun somut kanıtı gibi.
TÜRKİYE DENGEYİ BULABİLİR Mİ?
Çatışmaların artık küresel ölçeğe taşındığı bu dönemde en kritik sorulardan biri de Türkiye’nin “denge politikasını” sürdürüp sürdüremeyeceği;
İkinci Dünya Savaşı’nda dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, biraz da Türkiye’nin coğrafi konumunu kullanarak, son derece başarılı bir “denge politikası” yürütmüş, ülkeyi tarihin en yıkıcı savaşına son günlerine kadar dahil olmaktan kurtarabilmişti.
Erdoğan’ın bugünlerdeki Ukrayna ile Rusya arasındaki arabuluculuk girişimleri de aslında İnönü’nün ikinci dünya savaşında izlediği denge politikasının ayak izlerini taşıyor.
Ancak İnönü’nün gösterdiği başarıyı Erdoğan’ın gösterip gösteremeyeceğine ilişkin pek çok soru işareti var; .
Kötü haber, Türkiye’nin böylesine hassas bir döneme hem “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemindeki “denge/denetim” eksikliği nedeniyle kritik bir yönetim krizi, buna bağlı olarak da ciddi bir ekonomik krizle girmiş olması. Seçimlere 9 ay süre kalması ve Erdoğan yönetiminin dış politikayı doğrudan seçim kazanmaya endekslemiş tavrı da bu olumsuz tabloyu derinleştiren unsurlar.
Nitekim son Balkan ziyaretinde bizzat Erdoğan’ın açıklamaları, denge politikasını Rusya ve Putin lehine döndürür cinsten oldu. Ukrayna yönetiminin, Rusya ile yoğun ilişkiye giren Türk şirket, banka ve kişilerine yönelik “yaptırım uygulanmalı” söylemini devreye sokması “denge politikasındaki bu dengesizliği” görmesinin bir sonucu.
İyi haber ise Türkiye’de seçimlere en fazla 9 ay gibi bir süre kalmış olması; Seçimlerde kim kazanırsa kazansın, “oy devşirme telaşı” bittiğinde Ankara’da sükunet ve rasyonalitenin ağır basma ihtimali, kaos ve karmaşa ihtimalinden daha büyük görünüyor.
Sandık telaşının sona ermesiyle birlikte, yönetimde kim olursa olsun, Türkiye’nin de bu küresel çatışma ortamında dengeyi bulma ihtimalinin artmasını beklemek mümkün.