Küçük dokunuşların muazzam sonuçları

Mustafa Başar

Yönetim Kurulu Danışmanı

Uzun zamandır mahalle içlerinde, sokaklara kurulan semt pazarlarına uğramadım. Yoğun iş temposu arasında pek de fırsat bulamıyor olmam, eşimin alışveriş konusunu yıllardır üstlenmiş olması gibi nedenlerden, işimin de bir parçası olduğu için, sadece marketlere ve bazen AVM’lerin içindeki mağazalara gidiyorum. Televizyondaki enflasyon haberlerinde, sosyal medyada önüme çıkan bazı videolarda semt pazarları görüntüleri denk gelince, çocukluk anılarımın içerisinde yer alan, Annem ile gittiğim, sebze meyve pazarları geliyor aklıma. İlginçtir, yıllardır gitmemiş olmama rağmen, çocuk yaşta aklıma takılan sorunun cevabını halen bulamadım; gelip geçen müşteriler tezgâhlarda nelerin satılmakta olduğunu fiyatlarıyla birlikte zaten gördükleri halde, pazarcılar neden bağırırlar “haydi patates, soğan, domates” vs. diye. Bu bir pazarlama tekniği mi? Daha fazla bağıran, daha çok mu satar? Yıllardır iş dünyası içerisindeyim, uzunca bir süredir özellikle satıştan sorumlu çalışma arkadaşlarıma şu mesajı veririm; “biz pazarcı değiliz, domates biber satmıyoruz, müşterilerimizle iletişim içerisinde olduğunuzda mücevher satıcısı gibi bir yaklaşım sergileyin.” Ne domates ile biberi, ne patates ile soğanı küçümserim, ne de pazarcı esnafını. Nimetlere de, emek veren her insana da elbette saygım var. Kendi işimizi yürütürken, ihracat müşterilerimize de, yurtiçindeki çeşitli zincir mağaza satın alma yetkililerine de, “kendi hikâyemizi anlatarak”, ürünlerimizi sergileyerek, “onlara satış yapmadan”, kendilerinin satın almalarını sağlamaktır hedefim; tıpkı son derece profesyonel, işinin ehli bir mücevher satıcısının yaptığı gibi. Sözü madem mücevhere getirdik, size bir kişinin gerçek öyküsünü aktarayım.

90’lı yılların başları… Müzik sistemleriyle uğraşan, ilgisi ve hobisi mesleğine dönüşmek üzere olan, orta yaşlardaki bir kişi İstanbul Kapalı Çarşıdaki kuyumcu olan çocukluk arkadaşlarını ziyarete gelir. Arkadaşlarının küçük atölyelerinde sohbet ederken, tezgâhtaki kredi kartı boyutlarında, saf 24 ayar bir altın parçası dikkatini çeker. Bu parça ile oynarken, saf altının kolayca eğilip bükülebilmesine şaşırır; sonra imalat sürecindeki ürünlere bakar, elindeki parçayla onları kıyaslar. Şaşkınlığı artınca dayanamayıp kuyumcu arkadaşlarına arka arkaya sorar; bu elimdeki gerçekten altın mı, yaptığınız takıların renkleri neden farklı vs. diye. 14, 16, 18 ayar altının ne demek olduğunu, beyaz altının, rose renkli altının nasıl renklendirildiklerini öğrenir. Elindeki saf altının büyüsüne kapılmış olduğu için şaşkınlığı kızgınlığa dönüşür. Saf altına neden başka madenler katarak ayarıyla oynuyorsunuz ki? Saf altının bu muhteşem rengini neden gümüşle beyaza veya bakırla rose rengine çeviriyorsunuz anlamadım; bu yaptığınız saçmalık der. Arkadaşları piyasa şartlarından, moda ile tüketici tercihlerinden, üretim tekniklerinden filan bahsettiği halde ikna olmaz. Bedelini ödeyerek o saf altın parçayı alıp, gider. Arkadaşlarınınki gibi baba mesleği olmasa da, kuyumculuğu ve mücevherat tasarımcılığını kafaya takmıştır artık, aylarca araştırma yapar. Roma İmparatorluğu, antik Mısır ve antik Yunan dönemlerinde “saf altınla” ne gibi takılar tasarlandığını, bunların hangi tekniklerle üretildiğini öğrenir! Müzelerde sergilenen antik takıların fotoğraflarına bakarak, defalarca deneyerek, yoğun uğraş vererek, eski çağlardaki mücevher ustalarının kullandıkları emek yoğun üretim tekniklerini tekrar hayata geçirmeyi sonunda başarır! Yüksek ısıya getirip, defalarca küçük vuruşlar yaptığı altın parçalarını sertleştirerek ve dikkatlice bir araya getirerek eserlerini yaratmaya başlar. Yaptığı takılar sanki binlerce yıl öncesinde üretilmiş, toprağın altında uzun süre bekledikten sonra keşfedilerek gün yüzüne çıkarılmış gibidir. Fakat ön yargılı ve sabit fikirli olan kuyumcu arkadaşlarını kendi elleriyle ürettiği bu ürünleri pazarlamaları konusunda ikna edemez. Morali bozuk bir şekilde arkadaşlarının yanından ayrılırken, yaşlı bir kuyumcu ustasının verdiği öğüdü aklından çıkaramaz; “Evladım, bence çok yeteneklisin, ürünlerin fevkalade iyi, bunların değerini Avrupalılar anlar, buralarda hiç vakit kaybetme. Sen en iyisi turistik bir yere, mesela Bodrum’a git. Orada uygun bir yerde küçük bir dükkân tut; tezgâhını, malzemelerini içeride camın önüne koy. Herkesin gözü önünde, özellikle akşam vakitleri masa lambasının ışığı altında üretime devam et. Yani dükkânın vitrinine kendini koy! Ustalığını sergile!”. Bu tavsiyeyi yerine getiren Gürhan Orhan, Bodrum’da kısa sürede birçok turistin dikkatini çeker; siparişlere yetişemez olur. Fiona Tilley isimli bir Amerikalı hanımefendi en çok siparişi veren, en sadık müdavim müşterisi olur. Sürekli olarak farklı ürün siparişi veren, Amerika’da yatırım bankacısı olan bu hanımefendi bir gün itirafta bulunup, akabinde rica eder; “Bu kadar ürünü elbette kendime almadım. Ticaretini yaptım, senin ürünlerinden çok para kazandım. Lütfen New York’a yanıma gel, ürünlerin hangi mağazalarda nasıl teşhir ediliyor, ne kadara satılıyor kendi gözlerinle gör!”. Gürhan Orhan’ın 1994 yılında Amerika’ya gitmesiyle birlikte, Fiona ile olan iş ortaklığı hayat ortaklığına da dönüşür, ikili evlenirler. Gürhan’ın kendi adı, firmanın markası olur. Gürhan’ın tasarıma ve üretime, Fiona’nın da marka inşası ve pazarlamaya odaklanmasıyla muhteşem bir başarı hikâyesi yazılmış olur. Öyle ki, Discovery Channel USA Gürhan Orhan hakkında belgesel yapar. Angelina Jolie’den, Oprah Winfrey’e, Hillary Clinton’a kadar birçok ünlü Gürhan’ın antik görünümlü takı ve mücevherlerini tercih eder. Türkiye’nin başarılı insanlarından biri olan Gürhan Orhan’ı araştırmanızı, onu daha iyi tanımanızı tavsiye ederim.

Çocuk yaşlarda izlediğim kovboy filmlerinde derelerde altın arayanların buldukları taşları ağızlarına götürüp dişlemelerinden anlamıştım altının aslında yumuşak bir maden olduğunu;  yıllar sonra öğrendim üzerinde yoğun çalışılarak, yüksek ısılarda küçük vuruşlar ve dokunuşlarla mücevhere ve çeşitli takılara dönüştürüldüklerini. İnsan yetiştirmek de böyle değil mi aslında? Kabiliyetli yöneticilerin liderliğinde başkalarının değer vermediği, önemsemediği insanlar sabırla işlendiklerinde, sıradan bir cevherden parıldayan birer mücevhere dönüşüyorlar. İnsanlık tarihinde değersiz ve önemsiz görünüp de, çeşitli vakalar veya insanların etkileri neticesinde “hissettikleri nedeniyle” yıllar sonra muhteşem işlere imza atan, nice sanatçılar, bilim insanları, komutanlar ve liderler var. Gürhan Orhan özgün bir şekilde kendisine heyecan veren, sevdiği tarzda mücevherler tasarlayarak, ürettiği takılarla insanlara aslında “farklı duyguları hissedebilme imkânı” sundu. Bugüne kadar edindiğim tecrübelerimle insanların söylediklerinizi unutabileceğini öğrendim, yaptıklarınızı da unutabilirler, ancak onları “nasıl hissettirdiğinizi” hiçbir zaman unutamayacaklar!

Tüm yazılarını göster