Pandeminin ilanından bugüne 15 ay geçti. Tüm ülkeler yeni düzene ayak uydurmaya çalışıyor. Şirketler, tüketicilerin alışkanlıklarına ve beklentilerine cevap vermek için yeni çözümler arıyorlar. Ancak, zihinlerde neler geçtiğini anlamak hiç de kolay değil.
“Hakikat sonrası çağ” olarak tanımlanan yenidünya düzeninde, salgının algılarımız üzerindeki etkisinin nasıl olacağını ve nelerin değişeceğini Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Haluk Gürgen’e sordum. Profesör Gürgen’in iham verici yorumlarını aşağıda paylaşıyorum.
Çok fazla can kayıpları vererek ve ekonomik zorluklarla boğuşarak geçirdiğimiz bu salgın süreci, hayatımızı, işimizi ve tüketim alışkanlıklarımızı ve daha pek çok şeyi yeniden düşünme, sorgulama olanağı sağladı. Davranışlarımızın, tercihlerimizin temel belirleyicileri olarak toplumsal ve ahlaki değerlerimizi sorgulamaya başladık. Başlarda zorunluluktan kaynaklansa da, daha sonra yavaş yavaş kalıcı olma olasılığını arttıran yeni alışkanlıklar kazanmaya; hayata, insana ve işe farklı açılardan bakmaya, değerlendirmeye başladık. Asla onlarsız yapamayız dediklerimizin yapılabildiğini gördükçe cesaretimiz daha da arttı, yeni bakış açılarını, yeni davranışları daha kolayca edinmeye ve bunlara hızla alışmaya başladık. Kısacası her anlamda hızlı bir değişim sürecine girdik. Bu durumun salgın sonrasında da sürüp sürmeyeceğini, alışkanlıkların kalıcı olup olmayacağını zaman içinde göreceğiz.
Diğer yandan salgın süresince birçok ülkede, ülke yönetimlerinin ne yazık ki iyi sınav vermediklerini de gördük. Pek çok konuda çok önemli hatalar yapıldı. Bir türlü tamamlanamayan eksiklikler, zamanında doğru bir şekilde alınamayan kararlar ve uygulamalar nedeniyle can kayıplarının artışı önlenemedi, büyük ekonomik zorluklar yaşandı. Aralarında başta Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerin de bulunduğu çok sayıdaki ülkelerin yöneticileri, özellikle açık ve şeffaf iletişim kurmaktan, doğru ve zamanında bilgi vermekten kaçındılar, gerçekleri gizlediler, yok saydılar hatta açık açık yalan söylemekten bile kaçınmadılar. İnsanlar olan biteni hayretler içinde, canları yanarak, kaygı içinde ve ağır bedeller ödeyerek yaşamak zorunda bırakıldılar.
Gerek geleneksel medya, gerekse sosyal medya da, daha fazla takip edilmek ve izlenmek amacıyla kaynağı belirsiz pek çok mesajı ve özellikle uzmanlığı tartışmalı çok sayıda sağlık uzmanını ve birbiriyle çelişen yalan yanlış bilgi ve haberleri büyük bir iştahla yayınlarına taşımaktan çekinmediler. Sorumsuz bir yayıncılığı aralıksız bir şekilde sürdürdüler. Yoğun bilgi kirliliği ve ağır dezenformasyon ortamında kendi başlarına bırakılan insanlar, korku içinde hem canlarını hem de ekonomilerini nasıl koruyacağını, nasıl hayatta kalacaklarını bilemez hâle sürüklendiler.
Bu salgın süreci, dünyada uzunca bir zamandır sürmekte olan “post-truth” ya da Türkçe söylenişiyle “hakikat sonrası” çağ olarak da adlandırılan bir dönemin atmosferi içinde yaşandı. Genel olarak hakikat sonrası; söylemlerin, iletilenlerin insanların duygu ve inançlarına uyduğu sürece yalan olup olmamasının pek öneminin kalmadığı bir çağ olarak tanımlanır. İnsanın bu “hakikat sonrası” çağda çevresinde olan biteni açıklamada ve anlamlandırmada gerçeklerden uzaklaştığı, hakikati, doğruyu aramaktan vazgeçtiği üzerinde durulur. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana giderek hakikat ya da doğruluk arayışında bir değişimin yaşandığı gözlenmekle birlikte, son yıllarda hakikatin giderek daha da önemsizleştiği üzerinde duruluyor.
Nitekim, Oxford sözlükleri tarafından 2016’da yılın sözcüğü seçilen ve “hakikat sonrası” olarak Türkçeye çevirdiğimiz “post-truth” kavramı, “kamuoyunun oluşmasında, nesnel gerçeklerin, duygulara ve kişisel kanaatlere hitap eden şeylerden daha az etkili olma durumu” olarak tanımlanıyor. Konuya ilişkin yazına bakıldığında da, herhangi bir konuda kamuoyunun bir fikir sahibi olmasında ve davranışa geçmesinde nesnel gerçeklerin değil, duygulara ve kişisel kanaatlere hitap edilmesinin daha etkili olduğu üzerinde duruluyor.
Gerçekler ile bunlara ilişkin zihnimizde oluşan yargılar arasında bir uygunluğun aranmadığı, herkesin hakikatinin kendine göre olduğu yani hakikatin öneminin ortadan kalktığı söyleniyor. Bu dönemde insanların görüş ve kanaatlerini hakikatle uyumlu hâle getirmektense, nesnel gerçekleri kendi görüş ve kanaatlerine uydurmak için onları bükmek, dönüştürmek ve yalanı gerçekmiş gibi kabul etmenin giderek daha da yaygınlaştığı belirtiliyor.
Dolayısıyla, örneğin seçmenlerin; siyasi söylemlerin gerçeklere dayanıp dayanmadıklarına göre değil, duygularına, kişisel kanaat, inanç ve yargılarıyla uyumlu olup olmadıklarına bakarak bir siyasi parti ve liderini destekledikleri üzerinde duruluyor. Bu durumun, yalnızca siyasetle sınırlı olmadığı, satın alma, tüketim gibi günlük hayatın içindeki pek çok konuyla ilgili kararların alınmasında da geçerli olduğu kabul ediliyor.
Genellikle “hakikat sonrası” dönemin, özellikle ABD’de 2016 başkanlık seçimi ile yine aynı yıllarda İngiltere’de Brexit referandum sürecinde yaşananlarla birlikte belirgin bir şekilde kendini gösterdiği üzerinde duruluyor. Gerçekten de her iki ülkede yapılan her iki kampanya döneminde siyasetçilerin, kendilerinden önceki diğer dönemlerde olanlarla karşılaştırılamayacak kadar gerçeği çarpıttıkları, birbiriyle çelişen hatta bolca yalan ifadelerle dolu siyasi söylemlerde bulundukları somut verilerle kanıtlanmış durumda.
Dolayısıyla “hakikat sonrası”nın; nesnel gerçeklerin ve olguların öneminin giderek ortadan kalktığı, gerçeklerin, inanç ve kanaatler doğrultusunda kolayca bükülerek dönüştürüldüğü ve bu durumun da bir sorun olarak görülmediği bir dönemi anlattığını söyleyebiliriz. Uydurulmuş veya manipüle edilmiş hakikatin ısrarla ve körü körüne, kitleler tarafından savunulması ise bu dönemin en trajik yanını ortaya koymaktadır.
Bu salgın döneminde de, kutuplaştırılmış ve birbirinden çeşitli nedenlerle ayrıştırılmış ülke liderleri, açıklık ve şeffaflıktan, hesap vermekten uzak popülist yönetim anlayışlarını sürdürmeye devam ettiler. Fakat bununla birlikte salgının yarattığı ağır ve zorlu koşullar altında insanlar üzerinde bunun eskisi gibi etkili olmayacağı da görülmeye başlandı.
Nitekim başkanlık koltuğunu Biden’a bırakan Trump’ın bu seçim yenilgisini, onun salgın sürecini yönetmedeki başarısızlığına, salgını hafife alarak, gerçekleri gizlemesine, yalan söylemesine bağlayanların sayısı oldukça fazla. Konuyla ilgili akademik ve siyasi çevrelerde Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan bu gelişmenin, diğer popülist politikalar uygulayan “hakikat sonrası” liderleri de etkileyeceği konusu tartışılıyor. Salgın sonrası, insanların, gerçekleri eskisi gibi kolayca görmezden gelemeyecekleri, ne olursa olsun güçlü duygusal bağlarla oluşmuş taraftarlığın zayıflayacağı görüşü giderek daha çok taraftar bulmaya başlıyor.
Seksenlerden bu yana siyaset dünyasına damgasını vuran ve dozu giderek artarak yaygınlaşan popülizm ve onun yolunu açan neo-liberal ekonominin egemenliği sona erdirilmeden, “hakikat sonrası”nın sona ereceğini, popülist liderlerin iktidarlarını kaybedeceğini düşünmek oldukça zor. Bununla birlikte, tarih yaşanan tüm büyük salgınların olumlu/olumsuz bazı köklü değişiklilere neden olduğunu, aslında sadece salgınların değil, yaşanan her kriz döneminden sonra bir dönüşüm ve değişimin yaşandığını çok açık bir şekilde gösteriyor.
Dolayısıyla küresel çapta insanları, ülkeleri, yönetimleri çok derinden etkileyen bu salgının da sadece günlük yaşantılarda, alışkanlıklarda değil daha geniş çapta toplumsal, siyasal ve ekonomik alanda da köklü değişikler yaratması kimseyi şaşırtmayacaktır. Bununla birlikte, salgının insanların gerçekleri görmesini engelleyen perdeyi çekip atmalarında, demokratik, şeffaf, hesap veren, katılımcı bir demokrasinin güçlü bir şekilde yerleştirmelerinde, gelir dağılımdaki dengesizliği ortadan kaldırarak, sürdürülebilir bir refah ve barış içinde yaşanacak bir hayatın kurulmasında tetikleyici bir rol oynaması olanaklı mıdır? Bunu şimdiden söylemek zor. Fakat bunu başarmanın zor olsa da olanaksız olmadığını umut etmek de oldukça önemli. Böylece hem bu salgının yol açtığı kriz bir fırsata çevrilmiş hem de her krizin aynı zamanda bir fırsat olduğu bir kez daha kanıtlamış olur. Bu da az bir şey değil doğrusu.