Türkiye’de çalışan kesimin büyük bir kısmını ilgilendiren asgari ücret artışı 2 ucu keskin bir bıçak gibidir. Normal şartlarda çalışanların alım gücünün korunması ve ekonominin canlanması için en az enflasyon oranında artırılması gerekir. Ancak, bu artış 2 yıldır düşük ciro ve kârlılıkla ayakta durmaya çalışan işveren açısından da katlanamayacak bir gider artışı olarak görülebilir. Bu durumda işveren ya çalışan sayısını azaltmak, ya da başta yatırım harcamaları olmak üzere bir takım giderlerini kısmak veya bu ikisini birden uygulamak zorunda kalabilir. Böyle bir durumda ise ekonomik faaliyetlerde istenen kalıcı canlanmanın yaşanamayacağı açıktır.
2020 yılına ait asgari ücret 2.324 TL ile geçen senenin yüzde 15 üzerinde belirlendi. 2019 senesinde ortalama aylık enflasyon yüzde 15.2 olduğu için bu artış oranı makul sayılabilir. Ancak, bu oranın 2020 enflasyon hedefi olan yüzde 8.5 ile ne kadar uyumlu olduğu tartışmalı. İşveren hüküm süren şartlar altında, uygun bir talep ortamı bulur bulmaz ürünlerine mutlaka zam yapmak isteyecektir. Diğer bir ifadeyle ekonomide potansiyel bir fiyat baskısı devam edecektir. Ancak bu “potansiyel” baskının realize olması pek de mümkün gözükmemektedir. Sonuçta işveren ürünlerine zam yapamazsa bir yukarıdaki paragrafta sıraladığım tedbirleri almak zorunda kalacaktır.
Yüzde 15’lik asgari ücret artışının (TÜİK tarafından hesaplanmış TÜFE karşısında) makul bir oran olduğundan bahsettik. Ancak, (bir fikir cimnastiği olarak) diyelim ki, 2019’daki gerçek enflasyon 3-4 puan daha yukarıda olsun. Bu hanehalklarının alım gücünde bu oranda bir zayıflama anlamına gelir. Hanehalklarının 2019 yılındaki toplam tüketim harcamaları yaklaşık 2.4 trilyon TL’dir. Alım gücündeki yüzde 4’lük bir erozyon efektif talepte 100 milyar TL kadar bir azalma demektir. Efektif talepteki bu açığı kapatabilmek ve istenilen büyüme oranına yaklaşabilmek için hanehalkı harcamalarının alım gücündeki azalmanın üzerinde artırılması gerekir. Bunun da tek yolu kredilerde, özellikle tüketici kredilerinde gaza basmaktır.
Hükümet, bunun bilincinde olarak, faizleri çok hızlı bir şekilde düşürüp banka kredilerine ivme vererek bir an önce ekonomiyi canlandırmaya çalışıyor. Nitekim, 4. çeyrekte kredilerde belirgin bir ivmelenme yaşandı. Toplam TL krediler yüzde 5.3 artarken, tüketici kredilerindeki artış 48 milyar TL ile yüzde 8.3 oldu. 3 ayda elde edilen bu artış oranı krediler için öngörülen yıllık yüzde 5-15 reel artış hedefinin üst sınırında diyebiliriz. Öte yandan, kredi artışını desteklemek amacıyla politika faizlerinin düşürülmeye devam edilmesi ise bu sene ters dolarizasyonun TL üzerindeki baskıyı hafifletici etkilerinin söz konusu olamayacağını ve bu nedenle de yıl içinde cari açık gelişmelerinin dikkatle takip edilmesi gerektiğini gösteriyor.
Özetlersem: Bu sene ekonomiyi canlandırmanın tek yolu kredileri, özellikle tüketici kredilerini artırmaktan geçiyor. Ancak bu riskli bir yol, çünkü a) kredi artışının cari denge üzerinde baskı yapma ihtimali söz konusu, b) finans kuruluşlarının bilançoları hızlı bir kredi genişlemesine müsait olmayabilir, c) kredi genişlemesi enflasyonda da kıpırdanma yaratabilir. (Bu durumda, son dönemde fazla hızlı düşmüş bulunan piyasa faizlerinin geri tepmesi ile birlikte ekonomide tekrar bir durgunluk ortamına girilebilir.)