Kraliçe Elizabeth'in sessizce ebediyete intikali, İngiliz iç siyasetinde Boris Johnson’un istifasıyla başlayan ve Liz Truss’un hem başbakanlığa hem de Muhafazakar Parti başkanlığına yükselmesi ile sonuçlanan bir değişim sırasında gerçekleşti. Bayan Truss iki farklı olayla ilgilenmek zorunda. Bir yandan bütün dünyanın yakından izlediği ve çok sayıda önemli şahsiyetin bizzat katılacağı bir cenaze töreninin düzenlenmesiyle ilgilenirken, diğer yandan yeni başbakan olarak ipleri eline aldığını, İngiliz toplumunun karşılaştığı zorlukları karşılayacak yetenekte olduğunu kanıtlamak mecburiyetinde. Kanaatimce, çok saygı gören bir kraliçenin vefatından dolayı üzüntü duymakla birlikte, bu ölüm tüm ilgiyi üzerine çekmesi nedeniyle, kendisine kamuyounun dikkatinden uzak kalarak siyasi işlerle ilgilenebilme fırsatını yaratmıştır.
Yeni bir kralın göreve başlaması sürecinin intizamına hayran olmamak mümkün değil. İngiltere vakit kaybetmeksizin bir krala kavuştu. İstihlaf kuralları iyi belirlenmişti, her biri kral olmayı ümit eden birkaç aday arasında çekişme yaşanmadı. Bu aslında gelenek, yani yazılı olmamakla birlikte asırlardır oluşmuş ve herkesçe kabul gören bir kurallar dizisinin sonucu. Doğal olarak, istihlaf aslında başlangıçta mutlak bir monarşi olan kraliyet kurumunun günümüzde sembolik bir düzeye indirgenmesini sağlayan daha büyük olaylar paketinin bir parçasıdır. Monarşiye ait güçlerin tedricen temsil kabiliyetinin haiz kurumlara devredilerek kraliyet kurumunun siyasi güçten yoksun fakat ulusal birliği temsil eden bir kuruma dönüşmesine imkan vermek pek de kolay başarılacak bir iş değil. Dünya değişen sosyo-ekonomik ve siyasi koşullara uyum sağlayamayarak, bazen ihtilal bazen savaş nedeniyle ortadan kalkan bir monarşiler mezarlığıdır.
İngiltere’de de arada sırada artık monarşinin sona ermesi gerektiği konusunda tartışmalar olmuştur. Kurumun devrini tamamladığı, sürdürmenin maliyetinin yüksek olduğu ileri sürülmüştür. Tartışmalar İngiliz Kraliçesinin sadece İngiltere devletinin değil, “anavatanla” bağları tartışılır hale gelmiş olan eski sömürge ve dominyon ülkelerin de devlet başkanı olması nedeniyle daha da karmaşıklaşmaktadır. Bu ülkeler bir türlü farklı bir seçenek geliştirememişlerdir. Örneğin Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern kraliçenin ölümü nedeniyle teesürünü açıklarken, ülkesinin kraliyetle ilgili bağlantısının sona ereceğine inandığını fakat bunn yakın gelecekte gerçekleşmesini beklemediğini ifade etmiştir. Kanada ve Avustralya’da da benzer düşünceler dile getirilmiş olmakla beraber, fazla ilerleme olmamıştır. Kanada bayrağındaki İngiliz bağlantısını sergileyen sembolleri kaldırmış, diğerleri ise henüz bu noktaya dahi gelememişlerdir.
Kraliçenin vefatı nedeniyle çok farklı görüşleri savunanlar düşüncelerini dile getirmişlerdir. Bazıları kendisinin İngiltere için birleştirici bir rol oynadığına, ülkenin zorluklar yaşadığı ve önemli sorunlarla ilgilenmek zorunda kaldığı dönemlerde sessizce liderlik yaptığına işaret etmişlerdir. Özetle, değişkin bir ortamda kendisi bir istikrar kaynağı olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, İskoçya Milliyetçi Partisi’nin Kraliçenin ölümünün İskoçya’nın bağımsızlığı hareketine verilen desteği zayıflatacağından endişe etmesi ilginçtir. Bilindiği gibi, sözü edilen partinin başkanı Nicola Sturgeon gelecek yıl bağımsızlık özlemini bir halkoylaması yaparak sınamak arzusundadır. Her ne kadar İskoçya’da ayrılıkçı milliyetçilik duyguları yoğunsa da, görünüşe göre çoğu İskoç İskoçya taşrasını seven ve yazlarını bu ülkede geçiren kraliçeye karşı sıcak duygular beslemekteydi.
Bazı gözlemciler ise kraliçeyi İngiltere’nin dünyaya yapmış olabileceği tüm kötülüklerin sembolü olarak görüyorlar. İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere’nin sömürgelerini terk edişi iyi bir örnek oluşturmuyor. Süveyş’ten Falklandlar’a kadar uzanan askeri müdahaleler, Irak ve Afganistan dahil bazı yerlerde Amerika ile işbirliği yapılması da onaylanması mümkün olmayan emperyalist davranışlar olarak değerlendiriliyor. Bu eleştiriler kısmen veya tamamen haklı olabilir. Önemli olan, göreve seçimle gelen İngiliz hükümetlerinin verdiği kararlardan kraliyet kurumunun ne oranda sorumlu tutulabileceğidir. Şayet kraliçe hükümetin kararlarına tamamen karşı çıksaydı, bir siyasi krizin patlayacağına kesin gözüyle bakılabilir. Buna karşılık, hükümete karşı çıkmamakla kraliçenin hükümet politikalarına ve uygulamalarına meşruiyet kazandırdığı da aşikardır. Tabii, kendisinin başbakan ve diğer yüksek rütbeli siyasileri, yapmak istediklerini onaylamadığını ifade eden görüşler bildirmiş olması mümkündür. Ama yönetim geleneğinde parlamentodan güven oyu almış bir hükümete alenen karşı çıkmak yoktur.
Kraliçe gitmiş olsa da, kraliyet kurumu yerinde duruyor. Kralın görevini nasıl ifa edeceği konusunda şüphesiz yeni gelenin karakteri ve deneyimleri farklar yaratacaktır. Bir kişinin belirli bir göreve gelmeden önceki davranışları, görevde nasıl davranacağını kestirmemiz için yeterli ipucu olışturmuyor. Charles III’ün nasıl bir kral olacağını görmek için beklememiz gerekiyor. Bu noktada söyleyebileceğimiz tek şey: “Kraliçe öldü, yaşasın Kral!” olacaktır.