Köyümüzden “insan manzaraları”

Dr. Uğur TANDOĞAN NOT DEFTERİ

Bir olay

COVID salgının başlangıcı idi. Henüz aşı bulunmamıştı. Tüm dünyadan kara haberler geliyordu. Hastalığa yakalananların sayısı her geçen gün artıyor ve insanlar sapır sapır ölüyordu. Dut pekmezi organik koruyucu olarak gündeme bomba gibi düşmüştü. Bizim Sağlık Bakanlığı da salgınla ilgili veriler yayımlıyordu. Ama o rakamlar TÜİK rakamları kadar inandırıcı değildi(!). Hayatta kalmanın, hastalığa paçayı kaptırmamanın tek yolu kaçmaktı; insanlardan kaçmak. Bu nedenle, köye geldik. İnsanlarla temasımızı en aza indirmeye çalışacaktık. Ancak insanları da gücendirmek istemiyorduk. Bunun için de şöyle bir söylem geliştirdik. “Geçtiğimiz günlerde bir eğitim verdim. Çok kişi ile temasım oldu. Bu nedenle kendimizi karantinaya aldık. Bir süre kimse ile görüşmeyeceğiz.” Böylece evden dışarı çıkmayarak, kimseyle görüşmeyerek gönüllü karantinamızı başlattık.

Köye geldiğimizin üçüncü günü idi. Kapalı bahçe kapısının ardından sesler gelmeye başladı. Eşim yukardan seslendi “Ne oluyor? Kim var kapıda?” Kapıyı açtığımda gördüm. Üç kişilik bir jandarma ekibi gelmişti. Jandarmaları görünce içimden “Eyvah, basıldık galiba” diye geçirdim. Ekibin başı “Hakkınızda ihbar aldık. Siz, yurtdışından gelmişsiniz. Bu nedenle karantinaya alınmanız gerekiyor” dedi. Suratımdaki hayret ifadesini gören ekip başı sordu: “Yurtdışına çıktınız mı?” Ben de “Evet, çıktım” dedim. Jandarmanın gözündeki ifade sanki “Demek ihbar doğru imiş. Boşa gelmemişiz” der gibiydi. Sonra da ekledim “Çıktım, ama bir yıl önce. Kuveyt’te bir eğitim vermiştim” Bu kez hayret ifadesini onların gözlerinde gördüm. Kimlik bilgilerimizi alıp gittiler. Sanırım “temiz” çıkmıştık; ses soluk çıkmadı. Aradan bir hafta geçmemişti ki, bu kez yine bir jandarma ekibi geldi. Ama ihbarla gelmemişlerdi; şehir dışından gelenleri kayıt ediyorlardı. Bu kez ilki kadar rahatsız olmadık. Evet, dışardan gelmiştik; ama yurtdışından değil.

Bir yorum

Yukardaki olay bana iletişim konusundaki iki gerçeği hatırlattı.

Birincisi: Bilgi tam olmayınca boşluğu dedikodu doldurur.

Ben, gördüklerime eğitim verdiğimi söylemiştim. Ama eğitimin yurt içi veya dışında olduğuna dair bir bilgi vermemiştim. Verdiğim bilgi tam değildi. İşte bu boşluğu, dedikodu doldurmuş ve verdiğim eğitimin yurtdışında olduğu algısı yaratılmıştı.

İkinci gerçek: Dedikodu, hızlı yayılır.

Benim yurtdışındaki bir eğitimden geldiğim dedikodusu köyde çalkalanmış ve sonunda bir “ihbarcı” kanalı ile jandarmayı bulmuştu. Bütün bunlar iki gün içinde olmuştu.

Bir üçüncü gerçek de kanun kaçağı gibi basılmamıza neden olan ihbar meselesi. Demek her ortamda da ihbarcılar üreyebiliyor.

Bir olay

İstanbul’un kalabalığından kaçmak bize iyi gelmişti. Ancak bu kez 65 yaş üstü kapanına yakalanmıştık. Yasak nedeni ile her gün yaptığım yürüyüşlerimi yapamaz olmuştum. Ama sokağa çıkma izni başlar başlamaz da her gün kendimi köyün çevresindeki doğaya atıyordum. Yeni bir çevre, “kır çevresi” edinmiştim. Kır çevrem kırda hayvanlarını otlatan mal sahipleri idi. Her gün yürümeme hayret edenler de oluyordu. Hatta: “Hocam madem her gün yürüyon. Bizim hayvanlara da baksan” diye takılanlar da.

Sonbaharı geride bırakmıştık. Makiler ve çamlar dışındaki ağaçlar yapraklarını dökmüşlerdi. Kış, geldiğini hatırlatan soğuk günler yaşatıyordu. Bu nedenle yürüyüşe sıkı giyinerek çıkıyordum. Yine soğuk bir kış günü yürüyüşe çıkmak üzere hazırlanırken eldivenlerimi bulamadım. İzin saatimi eldiven arayarak boşa geçirmeyim deyip çıktım evden. Köy meydanına geldiğimde benim kır çevremden birisi “Hocam eldivenlerini düşürmüşsün dün. Ben onları buldum; ilerdeki keçi ağılının altındaki kayaların üstüne koydum” dedi. Teşekkür edip keçi ağılının olduğu yere yöneldim. Zaten o günkü turumu saat yönünün tersinde atacaktım. Ağıla yanaştığımda bir ses “Hocam siz eldivenlerinizi düşürmüşsünüz. Kayanın üstünde idi. Ancak dün gece rüzgarlı idi. Kaybolur diye alıp daha korumalı bir yere koydum” dedi. “Sağ olasın” deyip eldivenleri alıp giydim. Ellerim ısındı. Ama yüreğim daha bir ısınmıştı.

Bir Yorum

Bizim kuşak eşyalarına bağlıdır ve değer bilir. Belki de bu, o yıllarımızda kaybolan bir eşyayı yerine koyma maliyetinin yüksek olmasından kaynaklanır. Gerçi bu gidişle yine o kıtlık yıllarına döneceğiz ama eldiveni kaybettiğim zaman yenisini almak o kadar zor değildi. Ama yine de eldivenleri bulamadığımda üzülmüştüm. Çünkü kullandığım her eşya alın terimin izlerini taşır. Maddi değeri ne olursa olsun, benim için değerlidir.

Eldivenlerimin bulunmasına sevinmiştim. Ama asıl sevmem, eldivenlerin bulunma biçimine oldu. Köydeki o sahip çıkma kültürünün korunmuş olmasına çok sevindim. Aynı olayı İstanbul veya başka bir metropolde yaşasa idim, o eldivenlerimi zor bulurdum. Örneğin, gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp Atina’da “Doğru Adam” arayan Diyojen’i bilirsiniz. Bugünlerde Ankara’da olsa, herhalde yürütülen fenerini arardı diye düşünüyorum.

Sonuç

Şimdi zamanımızın büyük bölümünü İstanbul karmaşasından uzak geçiriyoruz. Bu kesimde daha değişik olaylar yaşanıyor. İkisini örnek olarak yukarda aktardım. Buraların havası ve insanı henüz İstanbul kadar bozulmamış. Ama insan her yerde insan.

Tüm yazılarını göster