Koronadan sonra gündemde ne var?

Dr. Uğur TANDOĞAN NOT DEFTERİ

“Size yalan mı söyleyeceğim?”

Ege’de bir gruba eğitim veriyordum. Çanakkale’de de bir otelde kalıyordum. Eğitimden yorgun döndüğüm için akşam yemeğini otelin restoranında yiyeyim dedim. Masama menüyü getiren garson elli yaşlarında birisi idi. Başlangıç olarak bir şey seçtim. Garson çok saygılı bir sesle “Efendim, onun yerine şunu tavsiye ederim” dedi. Garsonun tavsiyesine uydum. Boş tabağı alırken garson sordu: “Nasıldı efendim, beğendiniz mi?”. Gerçekten güzeldi, kendisine teşekkür ettim. Ana yemeği söyledim. Garson yine büyük bir saygı ile “Efendim, onun yerine şunu tavsiye ederim” dedi. Birinci tavsiye iyi çıkmıştı. Garsona güvenerek onun tavsiye ettiği yemeği ısmarladım. O da güzeldi. Sonunda sıra tatlıya gelmişti. İki seçeneği gözüme kestirmiştim. Onlardan birisi sütlaç idi. “İki tercihim var. Ama gönlüm sütlaçtan yana. Yalnız bir sorum var. Sütlaç, süt tozundan mı, çiğ sütten mi?”. Deneyimli garson çok şaşırdı “Ben 25 yıllık garsonum. Size yalan mı söyleyeceğim. Tabi ki, süt tozundan”. Bu kez şaşırma sırası bende idi. “Tarım ve hayvancılığı ile öne çıkan bir şehirde niye çiğ sütten yapmıyorsunuz ki?” diye sordum. Garson “Efendim, çok turist de geliyor. Gerçek sütü yetiştiremiyoruz.”

Bir uzman ve kitabı

Yukarıdaki olay beş altı yıl önce oldu. Herhalde şimdi gitsem, “Sütlaç süt tozundan mı?” diye garsona sormama gerek olmayacak. Bir tüketici olarak baktığımda ve fırsat buldukça yetiştiricilerle konuştuğumda hayvancılığımızda sorun olduğunu görüyordum. Ancak bu zorunlu tatilde gazetemiz yazarı Ali Ekber Yıldırım’ın “Üretme Tüket/İthalat-Siyaset-Rant Kıskacında Tarım” kitabını okuyunca sorunu daha iyi kavradım. Yıldırım şöyle diyor “Uygulanan yanlış politikalar sonucu ülke hayvancılığı çöktü” Peki nasıl olmuş bu çöküş? Eğer bunu merak ediyorsanız, okunması gereken bir kitap. Bu konulara yıllarını vermiş, uzman birisinin kaleminden çıkınca okudukça öğreniyorsunuz. Bu arada sinirleriniz de sağlamsa okuyun koşulunu da eklemek isterim. Çünkü okudukça insanın canı acıyor. Geldiğimiz bu noktanın “Beşinci kol faaliyeti?” sonucu mu, yoksa “Cahillik ve vizyon eksikliği?” sonucu mu olduğu konusunda kafam gidip geldi. Kitabı siz de okuyun, bakalım sizin teşhisiniz ne olacak?

Hayvancılık nasıl çökmüş?

Hayvan, girdisi ve çıktısı ile organik bir fabrikadır. Ama değerli bir fabrikadır. Hani derler ya: “Dirisi de para, ölüsü de”. İşte hayvan böyle bir şeydir. Canlı iken sütünü, gübresini kullanırız. Kesince de eti insanlar için hayati değere sahip bir besindir; derisi ve postu da işe yarar. Hayvan bu kadar yararlı bir varlıktır. Ülke coğrafyamız da hayvancılık için uygundur. Peki, neler yapmışız ve yapıyoruz hayvancılığımızı öldürmek için? Aşağıdaki bilgileri Yıldırım’ın kitabından aktarıyorum.

Cinayete, meralardan başlanmış. 4342 sayılı Mera Kanunu ile 1998 yılında mera, yaylak, kışlak ve kamuya ait otlak ve çayırlar koruma altına alınmış. Ancak kanunda konu edilen yerler, kaçak yapılaşma ve amaç dışı kullanımla işgale uğramış ve uğruyor. Bu durumda organik fabrikanın bir girdisi eksiliyor. Mera hayvancılığı sona erince yetiştirici organik fabrika için diğer girdilere, saman ve suni yeme yöneliyor. Tarımdaki sorunlar nedeniyle saman da yetmeyince, saman da ithal ediliyor. Diğer taraftan yemin ana maddesi de ithal olunca organik fabrikanın girdileri ithale dayanıyor. Dövizin artışı ile girdisi sürekli pahalanan bir üretimle karşı karşıya kalıyor yetiştirici.

Fabrikanın girdisi pahalı olunca, haliyle çıktısı da pahalı oluyor. Böylece pazarda et fiyatlarının arttığını görüyoruz. Bu kez devlet, tüketiciyi rahatlatmak gayesiyle dışardan hayvan ithaline gidiyor. Göreve gelen her tarım bakanı da ithalatı bitireceğini ve ihracatçı ülke olacağımızı söylemiş. Bırakın ihracatçı olmayı, en çok ithalat da bunu söyleyen bakanların devrinde olmuş. Yani söylemlerin tersi gerçekleşmiş; yerli ve milli diye diye, ülkede milli bir şey bırakılmadığı gibi. Örneğin Türkiye, 2017’de, 2018’de dünyanın ikinci, Avrupa’nın en büyük sığır ithalatçısı olmuş. Bir yılda ithal edilen sığır sayısı Avrupa’daki 20 ülkenin tek tek sığır varlığından fazla imiş.

Devlet et ithal edip, bunu ucuza piyasaya sürünce kazanan kim, kaybeden kim? Evet, tüketici ucuza et yiyor. Ya da yediğini sanıyor. Çünkü aradaki fark, yine tüketicinin ödediği vergilerden karşılanıyor. “Et piyasada para ediyor, bu yıl bari para kazanalım” diyen yerli yetiştiricinin malı elinde kalıyor, ucuza satıyor. Bu et ithalatının sonucu olarak tüketici kaybediyor, üretici kaybediyor. Peki, bu kısır döngüde kim kazanıyor? Hayvanı ithal ettiğimiz ülkenin çiftçileri ve bu ithalatla başlayan saadet zincirinde yer alanlar. Bu ithalat oyununda kaybeden yetiştirici de hayvancılıktan çıkıyor. Böylece kendi çiftçimize vereceğimiz desteği, yabancı ülke çiftçisine vermiş oluyoruz.

Biz çiftçimize, yetiştiricimize destek vermiyor muyuz? Veriyoruz, ama adeta “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz” atasözüne örnek yaratır gibi veriyoruz; yeterli ve zamanında değil. Yetiştirici, finans sorununu bazı fırsatçı (tefeci) küçük üretim tesisi sahiplerinin verdiği süt parası ödemeli avanslarla çözmeye çalışıyor. Bu da sütün yok pahasına gitmesine neden oluyor. Bu döngüye dayanamayan üretici, hayvanını satarak organik fabrikasını elden çıkarıyor. Ve sonuç olarak süt üretimi düşüyor. Bu gidişle sütlaçlar hep süt tozundan, hem de ithal süt tozundan yapılacak.

Sonuç

Bu kriz günlerinde böyle bir konuyu niye yazdım diye merak edenler olacaktır. Yazdım, çünkü gelecekteki krizimiz, yiyecek krizi olacaktır. Kendi kendine yeten bir ülkeden, elin samanına muhtaç konuma getirilen bir ülke haline gelmenin bedelini hep birlikte ödeyeceğiz. “Hesabını bilmeyen kasap, ne satır bırakır, ne masat” derler ya. Ama ne yazık ki, satır da bizimdi, masat da…

Tüm yazılarını göster