Öncelikle yeni korona virüsü ile savaşta Dünya’nın ve özellikle de “gelişmiş” Batının çok net bir şekilde sınıfta kaldığını söylemeliyiz. Öldürücülük oranı bu kadar düşük olan bir virüs ile bile başa çıkmakta bu kadar zorlanan Dünya’nın ebola tarzı çok yüksek öldürücülük oranı olan bir virüs ile karşı karşıya kalması durumunda olabilecekleri hayal bile etmek istemiyorum doğrusu.
Bu hastalık aynı zamanda Batı dünyasını son 30 yıldır içten içe kemiren bir başka virüsün, neo-liberalizm virüsünün de öldürücü etkilerini gözler önüne sermiş bulunuyor. (Neo-liberal ve aşırı serbest piyasacı ekonomilerdeki kişi başına vaka ve ölüm oranları belirgin şekilde daha yüksek.) Batı’daki siyasi karar vericiler 80’lerden itibaren neo-liberal söylemlere giderek daha fazla angaje oldu. Bunun sebebi bu söylemlerin toplumların genel refahını artırıcı politikalar içermesi değildi. Amaç çalışanların pazarlık gücünü zayıflatarak reel ücretleri baskılamak ve üretimi ucuz işgücünün olduğu pazarlara yönelterek milli gelirden kapitalist sınıfın aldığı payı artırmaktan başka bir şey değildi aslında. Bu transformasyon sonucunda darbe yiyen özellikle daha vasıfsız işgücünü koruyucu tedbirler ise hiç alınmadı. Böylece tüm istatistiklerin teyit ettiği gibi son 30 senede Batı’da ortalama reel ücretler geri giderken prekarya bir sınıf doğdu. Tabii ki, bu süreçte başta sağlık olmak üzere bu sınıflara yönelik kamu hizmetleri de büyük ölçüde ortadan kalktı.
Bugünlerde ekonomilerde “V” şeklinde bir düzeltme bekleyen kesimin anlamadığı tam da bu 30 yıllık ekonomik dönüşümün yarattığı etkiler: 1- ABD’de işsizlik 2 ay içerisinde yüzde 3,6’dan yüzde 14,5’e tırmandı. Her ne kadar mayısta 13,3’e gerilediyse de, bu oranın korona öncesi seviyelere gelmesi imkansız. 2- Hükümetlerin açıkladığı trilyon dolarlık paketlerin ana amacı şirketleri kurtarmak. Doğrudan şahıslara yardımlar ise çok az bir pay alıyor. 3- Sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri konusunda yetersiz kalan ekonomilerdeki bireyler bu tür tehditlere maruz kalınca uzun bir süre harcamalar konusunda aşırı ihtiyatlı hareket edeceklerdir. Bu 3 nokta da önümüzdeki dönemde kapitalizmin ana motoru olan tüketim harcamalarının beklentilerin altında kalacağını ve “V” şeklinde bir toparlanmanın mümkün olmadığını gösteriyor.
Korona konusunda Türkiye tecrübesine gelirsek: Hastalıkla savaşta geçer bir not aldığımızı söyleyebiliriz. Son yıllarda sağlık sektörüne yapılan yatırımlar ve tecrübeli ve iyi yetişmiş bir sağlık çalışanları ordusunun varlığı sayesinde özellikle ölüm oranlarını oldukça düşük tutabildik. (Tabii, nüfusumuzun genç olması da ölüm oranlarının göreceli düşük kalmasında etkili oldu.) Ancak, tedbirlerin zamanından önce gevşetilmesi, “test et ve takip et” uygulamasının yeterli yaygınlıkta yapılmaması ve özellikle de maske kullanımı ile ilgili “sanki ihtiyari bir uygulamaymış” algısı yaratılması maalesef bizi tekrar yükselen vaka sayılarıyla karşı karşıya bıraktı. (Şimdilerde 44 ilde zorunlu olması güzel ama neden bu illere en çok vakanın görüldüğü İstanbul dahil değil anlamış değilim.) Şunu da ilave edeyim: Büyük ihtimalle tedbirleri yeniden sıkmak durumunda kalacağız. Ama insan psikolojisi açısından gevşetip sıkmak doğru değil. Pek çok kişi “bak maske kullanmadım ama hasta da olmadım” gibi çok yanlış bir düşünce içine girmiş bile olabilir. Tedbirler çok tedrici olarak ama tarihleri belli bir takvim içerisinde gevşetilse daha doğru olurdu.
Maske uygulaması konusunda sadece Türkiye değil, pek çok gelişmiş ülke de çuvallamış durumda. Şahsen maskenin önemi konusuna ilk olarak 2.5 ay önceki bir yazımda değinmiştim. Evet, belki ilk zamanlarda fazla maskenin olmaması ve olanların da öncelikli olarak sağlık çalışanlarına verilmesi nedeniyle otoritelerin maskenin herkes için gerekliliğine vurgu yapmamalarını anlarım. Ama artık bugün bu kesinlikle geçerli bir bahane değil. Daimi maske kullanımı bu salgının atlatılması için şart. (Örneğin 2 kişinin olduğu bir ortamda tek maske yüzde 75 koruma sağlıyorsa, 2 kişinin de maske kullanması bu oranı en az yüzde 95’lere taşımakta.) Salgın kırılana kadar toplumsal alanlarda maskelerin (sağlıklı olsun, hasta olsun veya hastalığı geçirmiş olsun fark etmez) herkes tarafından kullanılması zorunlu tutulmalı. Maskesizlerin toplu taşıma araçlarını kullanmalarına, AVM ve işyerlerine girmelerine izin verilmemeli, bu uygulamadan (tıpkı sigara içiminde olduğu gibi) bahis konusu yerlerin yönetici ve sahipleri doğrudan sorumlu tutulmalı. Bu bağlamda, hafta sonu yapılacak LGS sınavında da maske kullanımının zorunlu olması gerektiğini düşünüyorum.