Rekabeti; küresel ve centilmenlik boyutunda tanımlarsanız, ülkenizi, kurumunuzu ya da şirketinizi birinci lig ikliminde var edersiniz. Ancak rekabeti yıkıcı ve pusu üzerine kurarsanız, ülkeniz orta gelir tuzağına, kurumunuz ve şirketiniz de itibarsızlaşma sürecine girmiş demektir.
Pusu, akıldan ziyade kurnazlığı çağrıştırır. Mertlikten uzaktır. İstismar içerir. Karaborsacılıktan fırsatçılığa, koltuk istismarından rüşvet, irtikâp gibi bütün sosyal kirleticilere yataklık eder pusu...
Birinci sınıf ekonomilerde rekabet algısının, kabile toplum düzeyinde olmaması gerekir. Bizde rekabet denince “ezeli rekabet” anlaşılır ve “en büyük filanca, başka büyük yok” cümlesiyle klişeleşir.
Rekabet tanımımız da bu cümlede yatar zaten; “başka büyük yok” ise “en büyük” nasıl olunur? Olunamayacağı içindir ki rakip istenmez. Var ise “pusu” kurulur, yok edilir. Ya da gizli kapaklı karteller oluşturulur, tüketiciyi soymak için organize işlere sapılır.
Bu gibilerin çıkarı, toplumun çıkarıyla örtüşmediği için, gizli kapaklıdır. Kartel, tekel, tröst gibi kelimelerin zihnimizde olumsuz tortu bırakması bu yüzdendir. Kamunun çıkıp Rekabet Kurumu ile iş hayatını tanzim gayreti, tam da bu sebepten boşa gider, ziyan olur.
Korona sürecinde rekabet algısının olumlu yönde değiştiğini gözlemliyorum. Görüldü ki sürekli kendisine yontanlar, kaçınılmaz bir şekilde kaybedebiliyor. Çare; yapıcı rekabettir.
REKABETİ KİM SEVMEZ?
Düelloya gücü ve yüreği yetmeyenler sevmez. Etik dışı kalmayı marifet sayan “imtiyaz obur" yapılar sevmez. Bir de kaybetmeye mahkûm korona fırsatçıları sevmez.
Rekabet; rakibine pusu kurup yok etmek veya rakiple anlaşıp halkı dolandırmak ikilemine saplanıp kalmış ise ortada sorun vardır ve rekabet algımızı temelden sorgulama zamanı gelmiş demektir.