Korktuğumuz değil daha kötüsü oldu

Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ

Geçen aybaşında, çetrefilliğini ve istikrarsızlığını hiç yitirmeyen gündemimize rağmen Mart ayının özel bir önem taşıdığına değinmiş ve bunu Batı dünyası, yani ABD ve AB ile ilgili ilişkilerimizde beklenen kritik gelişmelere bağlamıştık. İşin ilginç tarafı şu ki beklediğimizden de kötü gelişmelerin ayı oldu Mart, ama sandığımız nedenlerle değil. Aksine o konularda en azından şimdilik korkulan gerçekleşmedi. Ama kendi ayağımıza kurşun sıkma becerimizin inanılmaz bir örneğini sergiledik ve en zayıf olduğumuz alanda, yani  “yatırımcı güveni” ve “ risk algısı” bağlamında zeminde onarılması çok zor ve büyük bir delik açtık. Gerçekten de ekonomi yönetiminde Kasım ayında yapılan değişikliğin ve açıklanan politikaların sadece isimler değil yaklaşım açısından da keskin bir yol ayrımı olduğu algısı döviz kurları ve CDS primlerinde gevşeme gibi göstergelerle yerleşmekte iken algı değişiminde en büyük rolü üstlenen MB Başkanı’nın görevinin beşinci ayında azledilmesi ve ardından siyasal ve sosyal alanlarda baskıcı ve keyfi yönetim algısı yaratan uygulamalara gidilmesi, ülkenin risk profilini, döviz kurlarını ve CDS primini süratle eski haline getirdi. Normalleşmeye pek istekli olmadığımız ve bulanık suda balık avlamaya devam edeceğimiz anlaşılıyor.

Bulanık suda balık avlama modeli

Balığı nasıl yakalayacağımıza gelince, çok daha rahat koşullarda bile iç dinamikleri dönüştürmek, verimliliği ve katma değeri arttırmak, eğitim kalitesini ve işgücü niteliğini, üretimde ve ihracatta teknoloji düzeyini yükseltmek gibi uzun vadeli ve yapısal hedefleri esas almadığımıza göre borçlanarak büyümeye ve tüketime, cari açığa, ucuz işgücü ile üretime mevcut modelde yolculuğa devam edeceğimiz belli. Ancak bu modelde bile çarkların dönmeyi sürdürmesi için güvenin oluşturulması, risk algısının düşmesi ve böylece borç finansmanının maliyetinin düşürülmesi şart. Çünkü ekonomi mevcut verimlilik ve karlılık düzeyiyle yüksek finansman maliyetini kaldıramaz ve borç servisi günün sonunda mutlaka aksar. Zaten Mart öncesi risk algısındaki düşüş de bu bağlamda sadece sıcak para girişini yeniden başlatan ve finansman maliyetini düşüren bir süreç başlatmıştı; yoksa çok daha yüksek düzeyde güven ve politika istikrarı gerektiren doğrudan yatırım iştahını ve sabit sermaye stoğunu artırma umudunu yitireli çok oldu. Şimdi sıcak para’da da iş zorlaştı. Faiz politikası aynen sürdürülse bile ( ki şimdilik öyle görünüyor) risk profilinin düzelmesi ve dış finansman maliyetinin düşmesi uzun zaman alacak.

Para politikası böylece kaynak oluşturmakta işlevsel olmaktan çıkınca kamu yönetimi gözlerini mecburen maliye politikası araçlarına çeviriyor. Son zamanlarda sıkça gündeme gelen zamlar ve Kurumlar Vergisi’nde beş puanlık artış gibi hazırlıklar bunu gösteriyor. Gelir Vergisi’nde ücretler dahil efektif ortalama verginin zaten en üst oran olan %40’a yaklaştırılmış olması, dolaylı vergilerde ise uzun zamandır sınıra gelinmiş bulunması bu alanda manevra imkanını kısıtlamakla birlikte sürpriz hamleler görmek mümkün. Kamu harcamalarında ise, şimdiye kadar tasarruf edilemediğine göre, ne yapılacağını tahmin etmek zor. Ancak, yine vurgulamakta yarar var, yapılması gereken iki ayaklı bir harcama programı: Bir yandan mevcut harcamalarda ciddi bir kesinti planlanırken, yaratılan kaynaklarla pandemi dolayısıyla topluma doğrudan gelir transferinin yapılmasına ve bu yolla hem sosyal dengelerin, hem de ekonomik canlılığın sağlanmasına ihtiyaç var. Gerçi artık böyle bir kaygımız kalmış mıdır bilmiyorum ama güveni yeniden kazanmak istiyorsak maliye ve bütçe politikalarında şeffaflığa önem vermemiz ve başta KÖİ projeleri olmak üzere Hazine yükümlülükleri ile ilgili verileri tamamen görünür kılmamız da önemli.

Kısa vade ve volatilite kader mi?

Aslında sadece son beş ayda yaşadıklarımız bile, görünür gelecekte neleri beklememiz neleri beklemememiz gerektiğini ortaya koyuyor. Kasım’daki yönetim değişikliğinden sonra 8.50’lerdeki düzeyden süratle gerileyerek 7 TL’nin altına gerileyen dolar kuru’nun yanı sıra politika değişikliğinin kalıcılığına inanç tam pekişmeye başlamış ve sıcak para’da yani porföy yatırımlarında net giriş gözlenmişken 18 Mart’ı izleyen ilk haftada 8.65’e çıktı, sonra da 9 sınırına yaklaştı. Yabancı yatırımcı öyle ürktü ki portföyünün artan faiz nedeniyle düşen değerine ve artan kur yüzünden eline daha az dolar geçmesine aldırmadan aynı haftada yaklaşık 2 milyar dolar portföyü elden çıkarıp gitti. Buna karşılık TL faizindeki vergi teşviğine rağmen uzun süredir azalmayan aksine artan döviz mevduatı yine aynı haftada 8 milyar dolar’ı aşan miktarda çözüldü. Belli ki güven düşüklüğünün başlıca nedenlerinden olan döviz kuru volatilitesi ile beraberliğimiz devam edecek. Güvensizlik yüzünden faiz hala %19’da olmasına rağmen 8’in üzerinde kalmaya devam eden dolar kuru’nun ise daha fazla yükselmesine, dış borç birikimini iyice şişireceği ve enflasyonu da körükleyeceği için katlanılamaz. Bu nedenle kısa vadede bir faiz indirimi de muhtemel görünmüyor.

Tabii esas kaygı verici olan, asla vazgeçmediğimiz mevcut kusurlu ekonomi ve büyüme modelinin bile makul dış finansman maliyetiyle sürdürülebilmesi için zorunlu olan güven ve risk profili çıpalarını gözardı ettikçe, daha da kötüsü ekonomik dinamikleri kendi ev sahipliğimizde imzaladığımız İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma gibi kısa vadeli siyasi hesaplara feda etmeyi göze aldıkça maliyetin sürdürülemez boyutlara ulaşması ihtimali. Umarız bu ihtimal gerçekleşmez.

Tüm yazılarını göster