Sık aralıklarla yeniden vurguladığımız bir özelliğimiz var: Politikacılarımızın arada bir ve genellikle başları sıkıştıkça yoğun medya kampanyası ile açıkladıkları programlar, bütün değişkenleri ve riskleri dikkate alan, tutarlılığı test edilmiş ve etki analizi yapılmış bir politika seti olmaktan çok, kimsenin itiraz etmeyeceği hedeflere varmayı sağlayacağı ileri sürülen ve değişkenlerin çoğunu sabit kabul eden basit denklemler üzerine inşa edilen kağıt üzerindeki denemelerden, hatta çoğu zaman temennilerden ibaret kalıyor. İki yıllık rezerv tüketme pahasına dövizi baskılama politikasının sonuç vermemesi üzerine geliştirilen yeni programda kur ile ihracat ve cari açık arasında kurulan lineer ilişkinin de isabetli olmadığı, cari açığın azaldığı son aylarda kurun istikrar kazanmamasıyla belli oldu. Bu arada Orta Vadeli Program’a göre 2022 için öngörülen milli gelir’in, bu denemeler sonunda geldiğimiz döviz kuru ile 400 milyar dolar dolayına inmiş olduğunu, yani bu hesapla kişi başına milli gelir’in yaklaşık 5.000 dolar olduğunu da müjdelemiş olalım. Bu da ülkemizin “yükseler ülkeler” liginde küme düşmesi anlamına geliyor.
Asgari ücret ve plasebo etkisi
Belirsizliğin ve öngörülemezliğin tavan yaptığı, ekonomide bütün karar birimlerinin ne yapacağını kestiremediği bir ortamda şimdilik alınabilecek en kolay karar alındı ve hükümet asgari ücreti nominal olarak %50 oranında arttırdı ve 4.253 TL’na çıkardı. Ayrıca bu tutar, gelir ve damga vergileri dışında bırakıldı. Kuşkusuz son birkaç yılda milli gelir içindeki payı sürekli gerileyen ve yapışkan enflasyon karşısında satınalma gücü eriyen ücretliler için çoktan hak edilmiş bir artış. Ancak hem hiper enflasyon, hem de TL değerindeki aşınma ile gerileyen alım gücü yüzünden bunu reel bir artış gibi görmek zor. Nitekim Türkiye’yi öteden beri yakından izleyen Prof.Hanke, fiyatlar ile ilgili verilerden satınalma gücü paritesi bazında oluşturduğu endekse göre Kasım ayı sonu itibariyle resmen %21 olarak açıklanan enflasyonun gerçekte %85 olduğunu belirtiyor. Zaten son iki yılda sürekli TÜFE’nin %100’ü aşan oranda üstünde seyreden TEFE’ nin neden TÜFE’ye halen yansımadığının cevabı da yok. Kaldı ki geçen yıl 21 Aralık’tan bugüne kadar %127, sadece Kasım ayı başından bugüne kadar da %83 değerlenen ABD doları’nın yüksek ithal bağımlılığı nedeniyle bir yıl içinde en az %40-50 oranında enflasyona yansıdığı kabul edilirse Hanke’nin belirttiği düzeye ulaşıyoruz.
Bu nedenle iki üç ay sonra bu artışın da yarattığı plasebo etkisi ortadan kalkabilir. Öte yandan faturası esas itibariyle özel kesim tarafından ödeneceği için artışın istihdam hacmi açısından doğuracağı sonuçlar bilinmediği gibi öngörülen düzenlemenin sadece asgari ücret sınırını aşmayan ücretler için geçerli olması ve bu sınırın üzerindeki ücretlerin asgari geçim indirimi uygulanarak vergiye tabi kalması asgari ücretin yaygın ücret haline gelmesine de yol açabilir. Ayrıca bu durumda kayıt dışı ödemelerin yaygınlaşması da kuvvetle muhtemel. Nihayet vergi dışında sigorta ve yan haklar düşünüldüğünde işletme maliyetlerinde oluşan artış, zaten işletme sermayesi sıkıntısı içindeki şirketlerin çoğunu personel çıkartılmasına ve sosyal hakların kısıtlanmasına yöneltebilir.
Üretici cephesinde de kaos var
Daha ilk telaffuz edildiğinde iktisat teorisiyle bağdaşmayan boşlukları nedeniyle model niteliği sorgulanan bu yeni programın gerçekçi görünmediğini bir önceki yazımızda vurgulamış, yüksek enflasyonu ve dolarizasyonu gözardı etmesi dolayısıyla daha çok “göle maya çalma” izlenimi verdiğini ifade etmiştik. Nitekim TCMB’nin Ekim ve Kasım ayındaki 100 ve 200 baz puanlık indirimlerin ardından, piyasalardaki olumsuz sonuçlar ışığında bu denemeden vazgeçileceği beklentilerini boşa çıkararak politika faizini Aralık ayında da 100 baz puan indirmesi bir yandan TL’ndan kaçışı ve olağan dışı kura rağmen dolarizasyonu hızlandırırken, çaresizlikten çok ucuz kaldığı düşünülen borsaya yöneltilmiş tasarrufların da çözülmesine,
öte yandan fiyatlardaki başaşağı gidişin yarattığı telaşla hane halkı harcamalarının önümüzdeki ayları içerecek şekilde öne çekilmesine yol açtı. Buna karşılık genel olarak üretici , özel olarak da sanayici cephesinde gelinen noktada durum tam tersi: Dünya çapındaki emtia fiyatları belirsizliği üstüne içeride doludizgin yükselen döviz kurlarını ve enflasyonu da hesaba katmak durumunda kalan ve maliyetleri, özellikle yerine koyma maliyetini öngöremeyen sanayici, fiyatlama yapmakta güçlük çekiyor. Hemen bütün maliyet unsurlarında ve tedarikçi fiyatlarında kısa sürede %100’e varan artışlar var; artışlar, temel enerji girdilerinde yani elektrik ve doğalgaz’da %140’lara ulaşıyor. Kimse TL çek vermek,vadeli satış yapmak istemiyor. İhracat yapanlar için bile, hem önemli düzeydeki döviz girdi maliyetini, hem de belli bir kurdan yapılan ihracatın bedeli tahsil edilinceye kadar geçecek sürede kurun geleceği düzeyi öngörmek mümkün değil; ayrıca hammadde ve ara malı tedarikinde lojistik tıkanıklıklar ve ölçüsüz fiyat artışları da cabası. Bütün bu şartlar, üretim kesiminde bir durgunluk eğiliminin, dolayısıyla ekonomide bir stagflasyon ihtimalinin de kapıda olduğunu gösteriyor.
Aslına bakarsanız, programın başlığındaki “üretim ekonomisi” modeli referansı da tartışmaya açık. Son 15 yılda imalat sanayiinin milli gelir içindeki payı sürekli azalmış, reel ücretler gerilemiş ve kaynaklar büyük ölçüde verimliliği düşük alanlara yönlendirilmişken, özelleştirilen üretim tesisleri dahi kapatılıp arazi rantına kurban edilmişken,bu retorik ne kadar inandırıcı olabilir? Salt ucuz emek avantajı nedeniyle yakınsamaya çalışılan Çin modeli ile de ne komünist bir devletin sıkı gözetiminde kölelik şartlarında işgücü ve teknoloji odaklı planlı bir sanayileşme ile geçirilen 40 yıllık bir deneyim, ne de küresel hedefler ve başta iç tasarruflar olmak üzere iç dinamikler yönünden bir benzerliğimiz var.
Döviz bazında borçlanma faizleri ve hazine garantileri nedeniyle zorlanacak olan bütçe dengesi’nin enerji maliyetlerindeki vergi subvansiyonu’na ilave olarak şimdi de asgari ücret artışı ve vergi istisnası dolayısıyla daha fazla baskı altında kalacağı ve açığın büyüyeceği de belli. Dikişleri atmış ekonomide dengeleri yeniden kurmak için, öncelikle piyasa deyimiyle stop loss yani zarardan dönme kararını vermek, göle atılan mayanın tutmasını beklemekten vazgeçmek zorundayız.