İstanbul’a geçtiğimiz akşamlardan birinde Karaköy’deki Octo’nun terasından baktığımda ne kadar seyredersem seyredeyim şehrime doyamayacağımı bir kez daha hissettim. Gece çökmüştü. Yahya Kemal’in hepimizin çok sevdiği şiirindeki gibi “Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! / Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” diye mırıldandım…
Işık oyunlarının yapıldığı Kızkulesi’ne takıldım bir süre… Birkaç yıldır karanlıktı, uyuyordu, geçtiğimiz günlerde gözlerini yeniden açtı.
Rivayet olunur ki, Afrodit’in rahibelerinden Hero, aşka yasaklı olduğu için, Kızkulesi’nde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Afrodit Tapınağı’nda yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrıldığında, orada Leandros ile karşılaşacaktır. Âşık olacaklardır birbirlerine… Ve Leandros’un, Salacak’tan Kızkulesi’ne yüzdüğü geceler başlayacaktır… Bu yasak aşk, Hero’nun yaktığı fenerin, fırtınalı bir havada sönmesi, zifiri karanlıkta yolunu kaybeden Leandros’un Boğaz’ın sularında boğulması ile sona erecektir. Tabii ki, Hero da kendisini Kızkulesi’nden Boğaz’ın serin sularına bırakacaktır…
Bir başka rivayette anlatılır ki, kralın birine, kızının 18 yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak öleceği söylenmiştir. Bunun üzerine kral, denizin ortasındaki Kızkulesi’ne kızını yerleştirir. Ancak, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesi sokacaktır...
Bir diğer rivayet de şudur; Battal Gazi'nin askerleri, Kızkulesi'ne baskın yaparak kuleye saklanmış olan hazineleri ve Üsküdar Tekfuru'nun kızını kaçırırlar. Ve Battal Gazi, Üsküdar'dan atına atlayıp kızı da terkisinde götürecektir. "Atı alan Üsküdar'ı geçti"nin kaynağının bu rivayet olduğu söylenir.
Sade kahvemi yudumlayarak Kızkulesi’ni seyrederken geçti aklımdan bu rivayetler…
Tarihi M.Ö. 410 yılına kadar uzanan Kız Kulesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca Eylül 2021’de başlatılan kapsamlı restorasyon çalışmalarının ardından geçtiğimiz günlerde anıt müze olarak ziyarete açıldı. Uluslararası restorasyon ilkeleri ışığında ve Prof. Dr. Feridun Çılı, Prof. Dr. Zeynep Ahunbay ve Ağahan Mimarlık Ödülü sahibi Mimar Han Tümertekin’den oluşan bilim kurulunun rehberliğinde gerçekleştirilen restorasyon çalışmaları sonucu, 2. Mahmut dönemindeki orijinal haline kavuştu.
Bu haliyle henüz ziyaret etmedim. Ama, yıllar önce gittiğimde yaşadıklarımı dünmüş gibi anımsıyorum: Doğu yönünde yer alan ve II. Mahmut'un tuğrasını taşıyan kitabeli kapıdan girip merdivenleri tırmanmaya başlamış ve soluk soluğa kulenin balkonuna ulaşmıştım. İstanbul, 360 derece açıyla gözlerimin önündeydi artık…
Kulenin balkonunda yürüyor anılar, efsaneler, kentin güzelliği, denizin iyot kokusu, saçlarımı dağıtan rüzgâr, mavi gökyüzü, pamuk pamuk bulutlar eşliğinde sanki bir düşte yaşıyor gibiydim…
Oysa Kızkulesi aslında umutsuz, kederli hikâyelerin mekânıydı!
Kulenin restorasyon çalışmalarında günümüze ulaşmış kaynaklardaki en çok bilgi ve belgenin olduğu 18. yüzyıl sonu verileri kullanılmış. Bu bilgiler ışığında kule ve kale bölümündeki özgün olmayan çatı ilaveleri kaldırılarak özgün durumuna getirilmiş. Süreç boyunca kimyasal analizler, georadar görüntüleme sistemleri, lazer tarayıcılar gibi teknolojilerle yapının statik sorunları tespit edilmiş ve güçlendirme yöntemleri belirlenmiş. Georadar çalışmaları sırasında içinde boşluk gözlemlenen özgün duvarların enjeksiyon yöntemiyle güçlendirilmesi yapılmış.
Dış görünüşü güzel, fotoğrafta görüldüğü gibi 18. yüzyıldaki haline benzemiş. Müzeye dönüştürülen iç mekânı en kısa zamanda gidip gezeceğim. Tabii ki hikâyesi de bana eşlik edecek. Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Romeo ile Juliet’in büyük kavuşamamalarının örnekleri burada da yaşanmış... Ve bir gerçek var; İstanbul’u, şehirlerin şehrini seyretmek bana her zaman umut ve mutluluk veriyor. Biliyorum ki Kızkulesi’nde de aynı duyguyu yaşayacağım.