Neredeyse iki buçuk aydır; kültür, sanat, edebiyat ve gastronomi etkinliklerinin peşinde kentten kente gezip duruyorum. Her yolculuk başladığında Kavafis’in ünlü şiiri düşüyor aklıma; kimi zaman mırıldanıyorum kendi kendime, kimi zaman haykırıyorum boş sokaklarda bir dizesini:
“Hep o şehir varıp varacağın!” yani İstanbul, İstanbul’um…
Bütün mısralarını ezbere biliyorum, ama burada; İonna Kuçuradi ve A. Turan Oflazoğlu çevirisi ile Kavafis’in “Şehir” adlı o şiirinden birkaç dize daha söylemek istiyorum:
“Dedin: Başka bir ülkeye, başka bir denize giderim.
Bir başka şehir bundan iyi olsa gerek.
…
Yeni yerler bulamazsın, yeni denizler bulamazsın.
Gelir ardın sıra şehir. Hep o sokaklarda gezersin,
hep o dış mahallelerde geçer günlerin,
bu evlerde ağarır saçların en sonunda, bu.
Hep bu şehir varıp varacağın. Kaçmak umudu
yok başka yere, gemi yok, yol yok hiçbir yere.
…”
Zaten öyle bir arayışım da yok, İstanbul’u çok seviyorum, asla terk etmeyeceğim…
Ama o “şehir” sözcüğü üzerine de hep düşünüyorum. Neler gizli bu kent sözcüğünde?
Şehrin kargaşası, gürültüsü, karmaşası, yoğunluğu arasında neler yerleşir ki beynimize ona bu kadar bağlanırız? Çeşitli insanların yaşadığı kent; farklı diller, aşırı yaşanmışlıklar ya da hiç yaşanamamışlıklar, uçlar, sıradanlıklar toplamı değil midir? Öyleyse?!
Bir şehri şiirle birleştirmek nasıl bir çaba gerektirir ki orada yaşayan yaşlı şairler, genç ozanlar, şair adayları, edebiyatçılar ondan beslenirler… Kendi şehirlerini şiirlerinde, eserlerinde anlatırlar…
İşte onlardan birisi de Konstantinos Kavafis’tir… Çok severek okuduğum Lawrence Durrell’in “İskenderiye Dörtlüsü”nde “kentin yaşlı ozanı” diye de geçer.
İskenderiye’de 1863’te doğan Kavafis’in babası tüccar, annesi İstanbul’un köklü ailelerinden birine mensup. Babası ölünce İngiltere’ye gidip yedi yıl orada kalıyor; sonra tekrar İskenderiye… 1882’de İngilizler, İskenderiye’yi işgal edince İstanbul’a geliyor, zaten Yeniköy kökenli bir aileden…
Bir dizesinde şöyle geçiyor Yeniköy:
"doğanın hep gülümsediği
bir köy görürsen
yabancı
dur orada
artık Yeniköy'desin"
Üç yıl sonra yeniden şehri İskenderiye’ye dönüyor.
Sular idaresinde kâtip, İskenderiye borsasında simsar olarak görüyoruz onu. İşinde çok titiz, noktalama konusunda işi ukalalığa vardıracak, insanları çıldırtacak kadar dikkatli. İş arkadaşlarının anlatımıyla “ama işinde dalga geçen, mesai bitiminde arkasında atlı kovalıyormuşçasına bürodan kaçan; çok kurnaz, şeytana külahını ters giydiren, sevimli, pinti, huysuz, bencil” birisi.
Çok az yazan, yazdıklarını yayınlatmayı düşünmeyen, dostlarına elle çoğaltarak dağıtan, en önemli bulduğu şiirlerini 40’ından sonra kaleme aldığı için de kendini “yaşlılığın şairi” olarak nitelendiren birisi. 1933 yılında gırtlak kanserinden ölene kadar ürettiği şiirlerin sayısı yalnızca 229 ve o güne kadar yayınlanmış kitabı yok…
Kentin bu yaşlı ozanının şiirleri, o öldükten sonra; önce İskenderiye’de basılıyor, diğer dillere çevrildikçe ardından gelen kuşakları da etkiliyor. İnsanlar, belki de onu okuduktan sonra farkına varıyorlar şehrin hep peşlerinde olduğunun, aynı sokaklarda dolaştıklarının, aynı hayatları aradıklarının, kaçma umutlarının olmadığının…
Durrell de bundan etkilenmiş olmalı ki “İskenderiye Dörtlüsü”nün ilk cildi “Justine”de “Bir kent, eğer sevdiğiniz varsa cennettir” diyor.
Şehirlerden kurtulamamanın nedeni belki de o kişidir, kim bilir?
Proust’un Paris’i, Joyce’un Dublin’i, Miller’ın New York’u, Yahya Kemal’in ve Nâzım Hikmet’in İstanbul’u, Kemalettin Kamu’nun Bingöl’ü vardır hiç kopamadıkları…
Örnekleri çoğaltabilirim; şairler, yazarlar yaşadıkları şehirlerde ağartıyorlar saçlarını… Ne kadar uzaklaşmak isteseler de çoğunlukla başka bir şehir bulamadan üretiyorlar şiirlerini ve yaşamı… Belki de hayatlarını heder ediyorlar o şehir ve şiir için…